24 Kasım 2015 Salı

Facebook'da Yitirdiğimiz Mahremiyetimiz

Bir gün bir adam gelir Peygamber aleyhisselam’ın evinin önüne. Tek gayesi O’nunla görüşebilmektir. İnsan bu ya acelecidir işte. Beklerken pencereden evin içine bakar. Peygamber aleyhisselam adamın içeriye baktığını öğrenince adama “eğer içeriye baktığını fark etseydim, şu parmaklarımla oyardım iki gözünü de” der.
Mahremdir evimiz, mahremimize kimse bakamaz. Allah koymuştur bu sınırı bize. Zira fıtratımıza en uygun olanı verir bize. Evimizin içini Allah’ın müsaade ettiğinden başkası göremez. Biz müslümanız elhamdülillah! Müslüman’ın müsadesi Allah’tandır, yasağı da ondandır. Zevkine göre, arzusuna göre müsaade oluşturamaz Müslüman. Zevkine ve arzusuna göre de sınır koyamaz. Bunu yapmak fıtratı bozmaktır. Namazın, Kur’an’ın, Peygamber’in hükümsüz (etkisiz) bırakıldığı yaşamlarımızda Namazı terk eden nesiller, “Kur’an’ı da terk edilmiş bir şey haline getirdiler” (Furkan:30) Sonra peygamberlerini hayatlarından çıkardılar. Sonra peygamberleri ile yaşamış olan arkadaşlarından kalanları da bir kenara bıraktılar. İslam’ın geleneğine ait şeyler yavaş yavaş terk edildi ve yerini başka davranış biçimleri almaya başladı. Fıtratı zillete düşürecek davranış biçimleri… Durum, şartlar ve hayatımızdaki araç ve gereçler bahane edilerek cevaz vermeye başlandı fıtrata muhalif şeylere.
Penceremiz bir Allah’a açıktı bizim bir de kainata. Bunun için kapalıydı pencerelerimiz, perdeliydi hep. Bir Allah’ın müsaade ettiği görürdü evimizin içini bir de güneş görürdü. Allah’ın müsaade etmediği hiç kimse bakamazdı evlerimize. Gayrısının evimizden içeriye bakması bakanın gözünün kör edilmesi sebebiydi.
Allah belirledi evlerimize bakabilecek olanları. Zira biz belirlediğimizde mahremiyetimizi ortalığa serivereceğimizi biliyordu. Nitekim bu gün bunu daha net görüyoruz. Araç gereçlerin değişmesi ile birlikte şirazemiz daha da bir bozuldu. Haramlık helallik hususunda iman ettiğimiz dinin emirleri değil yaşadığımız ortam ile kullandığımız araç ve gereçlerin sunduğu şeyleri tercih eder olduk. Allah mahremimizi korumak isterken biz mahremimizi hiç rahatsız olmadan ortaya çıkarır olduk. Allah mahremimizi korumak isterken biz Facebook’da mahremiyetimizi göz önüne serer olduk. Hatta namaz kılanımızla, Peygambere ümmet aidiyetimizi iddia edenimizle, Allah’a ilahi aşk(!) ile muhabbet beslediğini söyleyenimizle bile yapıyoruz bunları. Atalarımızın, ev yaptırırken pencerelerini birbirlerini rahatsız etmemesi için dikkat ettiklerini hayranlıkla yad ederken yapıyoruz bunları. Bir taraftan geçmişin edebini, ahlakını dillendirirken diğer taraftan önümüze gelen hayatın sunduklarını sonuna kadar yaşamaya çalışıyoruz.
Pencerenizden içeriye bakmaya çalışan birine ne yaparsınız? Haddini en şiddetli şekilde bildirir misiniz yoksa pencereyi açıp çoluk-çocuğunuzu, eşinizi-kızınızı kısaca mahreminizi izlemesi için müsaade mi edersiniz?  Hangisi?
Şimdi bu sorunun cevabından yola çıkarak bir soru soralım. Facebook’da, mahremimiz olan insanların fotoğraflarını onlarca, yüzlerce kişinin eline nasıl sunarsın? Burada iyi niyet, güven gibi laflarla yaptığımız işi masumlaştırmaya, normalleştirmeye gerek yok. Neyin peşindeyiz biz? Önce bunun cevabını verelim. Allah’ın bize bildirdiği ve Peygamber aleyhisselamın bize örnek olduğu, sahabenin ve Müslümanların bu güne kadar getirdikleri İslam geleneğine tabi olarak yaşama peşinde miyiz yoksa farkında olarak ya da olmadan zevkimizin ve keyfimizin peşinde miyiz?
Fıtratı bozulmaya başlayan tüm toplumların tutulduğu hastalığa müptela olduk biz de; kendi felaketine kör bir arzuyla tutulmak. Araçlar değişir ama o körlük değişmez. O körlük hangi araç olursa olsun onda ortaya çıkar. O körlük her araçtan tüm özellikleriyle yararlanmayı hüner bildirir. Ama asıl hüner sınırlarımızı tehdit ettiği noktada durmayı bilmektir. Bu da ya cehaletimizden ya da hizaya gelmeyişimizden dolayı çoğu zaman gerçekleşmemektedir.
Nereye bu gidiş? Sere serpe tüm ailemiz kızımız-eşimiz-annemiz Facebook’da herkesin ekranında. Bir taraftan otobüste, tramvayda, kaldırımda, markette mahremimize bakan olsa gırtlağına sarılırız bir taraftan da aynı mahremimizin fotoğraflarını facebook’da kendimiz paylaşırız. Hangi akıl tutulması bu? Yemekteyken, piknikteyken, alışverişteyken, cici bebeğimizle yanak yanağayken, tekne turundayken… vs. Teknik tabirle bu fotoğraflar “beğeni” alıyor. “Beğen”enin sayısı arttıkça paylaşan da bu durumdan daha çok memnun kalıyor.  Daha çok “beğeni” daha çok sevindiriyor. Subhanallah!!! Subhanallah!!! Subhanallah!!!   Beğenen neyi beğeniyor Allah aşkına! Eşinin, kızının, annenin, akrabalarının olduğu fotoğraflarda beğenilen nedir?
Facebook aşkları, facebook ihanetleri, facebook cinayetleri… Ailer dağılıyor, yuvalar bozuluyor, fitne ellerimizin yaptığı şeyden dolayı çoğalıyor ve etrafımızı da sarıyor. Uyarılanlar da eğlencelerine sınır çekilmesine tepki gösteriyor.
Allah’ın kıymet verdiği kadar kıymet vermiyoruz hiçbir şeye. Allah’ın kıymet verdiği şekilde kıymet vermiyoruz hiçbir şeye. Muhakkak ki “İnsanların ellerinin kazandıklarından dolayı karada ve denizde fesat çıktı. Umulur ki dönerler diye, (Allah) yaptıklarının bazılarını böylece onlara tattırmaktadır.” (Rum: 41)
Dün Peygamber Sallallahualeyhivesellem’in evine bakan adama Peygamber’in öfkelendiğinde atan kalbini ve gösterdiği tepkisini iyi anlamadıkça bu gün Facebook’da penceremizi açıp evimizi, eşimizi, çoluk-çocuğumuzu, akrabamızı, mahremimizi cümle aleme teşhir etmekten hiç rahatsız olmayacağız. Eğer Peygamberin hiddetle atan o kalbinin sesini duyamaz öfkesini hissedemezsek çok tehlikeli yerlere savrulup gideceğiz.
Biri bizi gözetliyor programlarının zihinlerimizde normalleştirdiği teşhirciliği yaşıyoruz. Gayet normal gibi görüyoruz penceremizi dışarıya açmaya.
Pencere mahremimizdir bizim. İçeriye bakmayız, baktırmayız, bakanın da gözünü oyarız. Ama namazı terk etmiş (ya da namazın ruhundan uzaklaşmış), Kur’an’ın etki etmediği, Peygamberinden ve onun ashabından habersiz yaşamlarımız bize bu durumun ne büyük sorunlar yaşatacağını hissettirmiyor bile. Mahremiyetimiz ile ilgili hassasiyetlerimiz yok oluyor gittikçe. Mahremiyeti olmayan bir aile, bir toplum ne bekler Allah’tan.
Allah sonumuzu hayra iletsin.

20 Kasım 2015 Cuma

KAPIDAKİ TEHLİKE

İşid’i eleştir, katılınmaması için fetvanı ver ama İşid ile karşılaştırarak Peygamber aleyhisselam’ın ve sahabenin cihadıyla ilgili “savunma savaşı” yaptılar deme. Bu gün Cuma. Namazdan önceki vaazında hocaefendi  “Herhangi bir tehlikeden, saldırıdan şüphelendiklerinde savaş yaptılar yoksa barıştan başka bir amaçları yoktu” cümlesini kuruyor Peygamber aleyhisselam ve ashabıyla ilgili.
1.    Herkese meydan okuyan bir söyleminiz varsa herkesin size düşman olması kadar doğal bir şey yok. Bu kendiliğinden düşmanları kapınıza yığar. Bu durumu da “savunma savaşı” diye anlatamazsınız. Meydan okunan bir şeyin savaşına nasıl savunma savaşı diye iman edeceğiz. Kabe’nin yanında kafasına deve işkembesi atılıp namaz kılmasının bile imkansız hale getirildiği dönemde “tüm Araplar bir gün size boyun eğecek” derken Tüm Arapların Peygamber aleyhisselama saldırısı mı vardı? Ama belirlenmiş bir hedef vardı. Yine aynı Peygamber aleyhisselam Hendek kazılırken açlıktan karnında iki taş bağlı olduğu halde İran’ı ve Bizans’ı müjdelemişti. İran ve Bizans’ın o gün Peygamber aleyhisselam ile bir derdi mi vardı? Yoktu ama İslam hep tanımlayan olacaktı, belirleyen olacaktı o halde düşmanlar da kapıya yığılacaktı. Eğer işin aslı hoca efendinin söylediği gibi olsaydı Endülüs’te ne işi vardı Müslümanların, Türkistan’da ne işi vardı, Açe’de ne işi vardı, Bosna’da ne işi vardı?   
Adamlar İşid üzerinden Müslümanlara sınır çizmeye kalkışıyor. Biz de bu amaçlarına farkında olmadan hizmet ediyoruz. Fincancı katırlarını ürkütmemek adına Savunma savaşı anlayışına inandığınızda ve anlattığınızda Myanmar’a desteği de, Mısır’a desteği de, Suriye’ye desteği de açıklayamazsınız. “Seninle ne ilgisi var” der adam.
2.    İşid’in yaptıklarından yola çıkarak İslam tanımlamasına gidiliyor ve Müslümanları istedikleri kalıba sokmaya çalışanların değirmenine su dökülüyor. İslam ne olduğuyla değil ne olmadığıyla ilgili tanımlamaya mecbur ediliyor. İslam İşid’in yaptığı değilse o halde İşid’in yaptığının tam zıddıdır. Yani Cihadı olmayan, herkese gül dağıtan, iddiası olmayan Müslüman tipi. Kardeş! İşid yanlış tamam da bu yapılan doğru mu? İslam, tanımlayan konumundan tanımlanan konumuna indiriliyor. Tersinden traş yapıyor adamlar. Biz de vaazda ve hutbede buna destek veriyoruz.
İşid İslam’ı temsil etmiyor amenna ve saddakna! Peki İslam’ı ne temsil ediyor, kim temsil ediyor bu sorulara da cevaplar verilmeli değil mi? Bu tanımlamayı yapmadan bir varlık ortaya konamaz.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Düşman Taktik Değiştirdi

“Kebkeb mismara tebdil oldu.”
Zamanların birinde çivi imal eden bir usta varmış. Ustanın da çok güzel bir karısı varmış. Adamın yaşadığı yerin valisi adamın karısının güzelliğini görmüş hayran kalmış ve kadına göz koymuş. Adamı ortadan kaldırıp kadına sahip olmak için bir plan kurmuş. Vali, çivi ustasından  olmayacak bir iş istemiş ve demiş ki: 
- Yarına kadar 300 askerimin ayakkabısı için kebkeb (kabaralı pabuç çivisi) imâl etmeni istiyorum. Adam demiş ki:
- Aman! Valim ne mümkün bir günde 300 kebkeb imal etmek. Vali demiş ki:
-Yarına kadar 300 askerime kebkeb imal ettin kurtulursun yoksa seni öldürürüm.
 Adamın bir günde yapabileceği kebkeb sayısı en fazla 20 civarındaymış. Adamcağız çaresiz ve kederli şekilde evine gitmiş. Karısı kocasındaki bu hali ilk kez gördüğünden endişe etmiş ve sormuş: Bey hayır mı şer mi nedir bu hal? Adamcağız durumu anlatmış. Kadın gözleri yaşlı, adam gözleri yaşlı sabaha kadar hem ağlamışlar hem dua etmişler. Sabah olmuş, ikisinde de korku ve keder. Adam işine gitmeye hazırlanırken kapı çalınmış. Karı- koca ikisinin de yürekler ağza gelmiş. Anlamışlar ki kapıdakiler valinin adamları. Adam kapıyı açmaya giderken karısına son kez bakmış; bir daha görüşemeyecek olmanın yüreğe oturan acısı ile.
Ölüme hazır şekilde kapıyı açmış, bakmış valinin adamları. “Kebkeb imalatçısı sen misin?” demişler. “Evet” demiş adam ve boynunu eğmiş. Valinin adamları demişler ki:  
-Bu gece valimiz öldü; mismâr (Tabut çivisi)almaya geldik.
İşte bu olay üzerine şu söz söylenmiş:
 Kebkebi mismara dönüştüren Allah,
Garip kuşun yuvasını kul yıkarsa, yapar Allah

                  *                            *                            *        

Dine düşman değerlerle kurulup dinin adını hayatın her aşamasından kaldırmaya yemin etmiş ceberrut hayat, geldiğimiz noktada dinin bünyesinde görünmesine mani olamıyorsa bu, kurulan hayatın tavanlarının yıkılması demektir. Siyaset sebep olur, sanat sebep olur, spor sebep olur fark etmez, nihayetinde dine dair görünürlük her yerde (yanlış-eksik hatta sakat bile olsa) görülmeye başlanmışsa süreç Müslümanların lehine dönmüş demektir. Zira bu süreç dine fütursuzca saldıranların artık “mış” gibi yaparak Müslümanlarla bir şekilde masaya oturmaya mecbur kalmak zorunda kaldıklarını gösterir. Müslümanların (inşallah) hayrına olacak bu süreç ancak Müslümanların dünyaya meyletmesiyle kaybedilir. Bu meylin kolaylaştırılması ve meşrulaştırılması için hem Müslüman hem kapitalist, hem müslüman hem liberalist, hem Müslüman hem şeriatsiz tipler çoğaltılacaktır. Ki süreç tersine dönsün.
Yanlış-eksik hatta sakat din/dindar görünümleri bilinçli olarak artırılarak; şeriatsiz bir din, İslamsız bir Müslüman türetilecek. Süreci tersine çevirmek isteyenlerin bu vakitten sonraki en büyük uğraşı, şeriatsiz bir din, İslamsız bir Müslüman türetmek ve bunu hakim kılmak olacaktır. Nuh’un şeriatinin olmadığı Nuh’un gemilerini yüzdürecekler, övgüde aşırılıkta sınır tanınmadığı bir peygamber modeli çıkarırlarken bir taraftan da aynı peygamberin hadislerini geçersiz kılmaya çalışacaklar. Bir taraftan tazimde bulunulurken bir taraftan hadislerini hükümsüz kılmaya çalışarak O’nu çarmıha gerip hep orada tutarak hayata müdahale etmesine mani olmaya çalışacaklar. Kısaca şeriatini yitirmiş bir Müslüman ortaya çıkarmaya çalışacaklardır. Zira şunu gördü ceberut hayat; artık müslümanı dünyadan elini eteğini çekmiş, dağda taşta “hu” çeken, kendi halinde biri olarak anlatamayacak.
Mayası din olan bu topraklarda dini söküp atamayacağını gören ceberrut hayat dini, görünürde var ama müdahalede hükümsüz kılmak için medyasıyla, eğitimiyle, harcama biçimiyle, eğlence biçimiyle çabalayacaktır. Daha çok da kaybedilen gücün acısıyla kıvrandığından dolayı çabalayacaktır. Zira görünürde olan dine bile sabredemiyor ama yapacak bir şeyi yok. Dinin hakim olduğu hayatta çektiği acıları yeniden hatırlamaya başlamış olduğundan bütün hınçla dini, aklı, nesli, malı ve ırzı bozmak için saldırılarını artıracaktır. Fakat bu sefer farklı bir durum var. Düşman bu kez taktik değiştirerek geliyor. Dini, asli hüviyetinden ve ruhundan uzak, içinde fitnelerin, mezhepleşmelerin çoğaltıldığı bir hayatın içinde sunmaya başladı.
Gerçekte hem ceberut hayat hem de dinin yoğurduğu hayat acı çekiyor. Biri kaybettiği zemin için diğeri “aslından uzaklaştırılarak” dile getirildiği için. Her iki tarafta acı çekiyor ama acıya kim dayanırsa o kazanacak. Bunu Müslümanların tavrı belirleyecek. Müslümanların tercihleri kendi geleceklerini belirleyecek.
Şu var ki Allah hükmünü vermişse hangi tedbir alınırsa alınsın engel olunamayacaktır. Allah dilediği kullarını dilediği şekilde destekleyecektir.
Allah acılar ve çilelerden sonra kullarına merhamet etti de bir zamanlar karanlıkta sakladıkları dinlerini en tepede temsil edilir hale getirdi. Bu Allah’ın gücüdür, bir adamın, bir grubun, bir aklın ürünü değildir. Okunmaktan korkulan ve saklanan kitabın, bu gün rahatça her tarafta okunmasına ses çıkarılamıyorsa bu durum ceberut hayatın tepesine düşen “gök taşı”dır.
Allah kebkebi mismara tebdil eyledi…
Allah kendine düşman olanların ocaklarında bile kendi ateşini yakar da buna kimse mani olamaz. Tarih Allah’ın elindedir. İnsanlar Allah’ın elindedir. Kainat Allah’ın elindedir. Allah’a rağmen bir şey olmadı şu kainatta olmayacak da. Allah’a rağmen bir yerde durmaya çalışan da kalamayacaktır orada.
Şu halde Müslümanlar da Allah’a rağmen bir yerde kalamayacaktır. Allah’ın kullarına verdiği bu hayırlı süreci aleyhlerine çevirmek ancak Müslümanların dünyaya rağbetiyle olacaktır. Hükümlerinden soyutlandırılmış dini, hükümleri apaçık ortada duran dine tercih ettikleri oranda ibre Müslümanların aleyhine dönecektir. Yine de Allah bu dönemde Müslümanların hayrına olacak her şeyi herkesin çabasını toplayıp sonraki nesillere hazırlık olarak yazacaktır. Aslında tüm bu olanlar Allah’ın hükmünü vereceği o gelecek zamana hazırlıktır. O gün hükmü belli din hakim olacaktır bunu vaat ediyor Allah. Ama o zamana kadar görmek istemeyeceğimiz dindar tipler, alim tipler, giyinik çıplaklar, Allah’ı umursamayan Müslüman tipler, kitaba muhalif fikirler, peygamberine muhalif düşünceler, geleneğine düşman yeni nesiller ortalıkta dolanıp duracaktır. Ve hatta rağbet oluşturulacaktır. Bunlar hükümlerinden soyutlandırılmaya çalışılan dinin düşmanlarıdır. Bunlarla mücadele şart. Çünkü şeytan bunları ve daha nicelerini kullanıyor dini hükümsüzleştirmek için.
Ceberrut hayat, “madem ki dinden kurtuluş yok o halde o din ifsat edici bir hale gelsin” diye çabalıyor. Allah düşmanları dine saldırarak değil dinde ifsat çıkararak hedefe varmaya çalışıyor artık. Yani düşmanlıkları artık dinin karşısında durarak değil dinin yanındaymış gibi görünerek oluyor. Bu, düşmanın taktik değiştirmek zorunda kaldığının göstergesidir. Eğlencelerinde, filmlerinde, dizilerinde bile “din” vazgeçilmez unsur haline gelmişse bu, taktik değiştirmenin en bariz örneğidir. Dini figürler, dini söylemler çokça kullanılmaktadır artık. En büyük prodüksiyonlar bile dini figürlerle yapılmaya başlandı. Ama garip olan bu kadar dini söylemin, bu kadar dini figürlerin olmasına rağmen Allah’ın ve Rasulü’nün tasvip edeceği bir Müslüman tipi hala ortaya konulabilmiş değildir. Konulmayacaktır da… Çünkü; bunlar din değildir dinden de değildir. Bunlar ifsattır. Bilinçaltına atılan fitnelerdir. Hakikatin anlaşılmasına mani durumlardır. Bunlar müslümanı tuzağın içine çekme çabasıdır. Bunlar Kur’an okunmasına ses çıkartmayan ama hiçbir şey anlaşılmaması için de beyinlerde ve ruhlarda gürültüler kopararak okunan Kur’an’ın önüne geçme çabasıdır. Bunlar Kur’an’ın, şeriatin, hadislerin, sahabenin izlerini tüm hayatımızdan silip atarak hepsini, işimize rengini veremeyecek kadar kullanım dışı hale getirme çabasıdır. Bunlar dini tatsız, kokusuz, renksiz bir hale getirme çabasıdır. Bunlar bir taraftan Kur’an okumayı kolaylaştırırken diğer taraftan okunan Kur’an’ın, okun boğazı delip geçip de hiçbir iz bırakmaması gibi hayatın her safhasından izlerini silme çabasıdır. İşte bunun için din ile ilgili alana herkesin algısını, “Müslümanların zaferi” şeklinde değiştirecek kadar yoğun ve ürkütücü harcamalar, çalışmalar yapılıyor.
Yapılan bütün bu büyük çalışmalardan istenen tek şey vardır. Masaya oturmak zorunda kalınan müslümanların anlayışının köklerine ulaşamaması. Ulaşırlarsa korktukları şeyle karşı karşıya kalacaklardır. Bu korkudan emin olmak için sürekli algı oynamalarına gidiyorlar. Bu algılarla Müslümanları kendi içlerine hapsedip, kendi kendileriyle uğraşır hale getirip adım atmalarına mani olmayı amaçlıyorlar.
Müslümanlar adına kalıcı zaferler değil elde edilenler; yarın elden çıkabilecek küçük kazanımlardır. Durumun değişmesiyle elden çıkabilecek küçük kazanımların kalıcı zaferlere dönüşmemesi için her türlü önlem alınmaya çalışılıyor.
Ortada oynanan büyük bir oyun var ve bu oyun dini hükümsüz, müslümanı İslamsız, Nuh’u gemisiz, Muhammed aleyhisselamı miraçsız ve şeriatsiz kılmak amacındadır.
Dillerinin söyledikleriyle yaşadıkları birbirinden tamamen uzak inanmışlar, geleneğine ne için olduğunu bilmediği tepkiyle karşı duran gençler, dedelerinden kalan imana varis olmayı zillet gören yeni kuşaklar, okuduklarını yüz kere okusalar da bir fıkha varmayı bilmeyen okumuşlar vs. görmek en çok arzuladıkları şeylerdir.
Düşman taktik değiştirdi. Artık gavura hayran müslümana düşman nesiller değil; hükümsüz bırakılmış dinle kendini kandıran inanmış (!) nesiller yetiştirmeye dönüşmüştür iş.
Allah tarihi tersine çeviriyor (günleri evirip-çeviren O’dur). Böyle bir dönemde Müslümanların yönü önemlidir. Allah onların azimlerine göre işlerini kolaylaştıracaktır. Kiminin evini hikmetin anıldığı bir ev haline getirme azmi, kiminin işindeki dürüstlük azmi, kiminin okulundaki ahlak ve hakiki ilme ulaşma azmi, kiminin neslini koruma azmi, kiminin iyi bir namaza sahip olma azmi, kiminin vakitlerinde ve işlerinde Allah’ın hatırını gözetme azmi vs. Tüm bu azimler Allah’ın katında durumu lehe çevirecek işlerdir. Her kes gücünün yettiğini, imkanının elverdiğini yapacaktır.  
Fil Suresi bize ne güzel örnektir. Tüm gücüyle toplanıp gelseler de Allah onları emellerine ulaştırmayacaktır. Allah’ın korumasına girmiş olan bir yerde Allah’ın kullarına yok olup gitmek yoktur. Burada Allah’ın kullarının korkmaya ve endişe etmeye de hakları yoktur. Yapılacak iş kendi imkanınca azim ve gayret ile çabalamaktır. Gerisi Allah’a kalmıştır.

Belki çoğumuz takılıp kalacak bu tuzaklara ama Allah’ın kendilerini destekleyeceği ihlas sahibi birileri mutlaka çıkacaktır. İşte bu dönem onların hayrına olacaktır. Geleceğin inşası da onlarla olacaktır; tuzakların içinde yaşadığı halde hükümsüz bırakılmış dinle kendini avutanlarla değil.

7 Temmuz 2015 Salı

Ebu Talibe Olan Şaşkınlığımız

Bulunduğu arkadaş çevresinden dolayı sigara içmenin, okey oynamanın, tavla oynamanın camiye girip namaz kılmaktan daha tercih edilebilir ve normal olduğu bir hayata sahip olan kimse tavla, okey, duman ortamlarındaki arkadaşlarının “ne o len hoca mı oldun?” deyip değişimiyle alay etmelerinden çekindiği için boş verin camiye gitmeyi, namaza başlamaktan bile çekiniyorsa, bir kız çevresinin etkisiyle giyim kuşamında mahremiyeti ön plana çıkaramıyorsa Ebu Talib’in “Mekke’nin kadınları ne der?” diyerek yeğeninin getirdiği dini reddetmesine şaşmamak gerekiyor.
Bu durum Ebu Talib’de kalmış onunla birlikte toprağa gömülmüş gitmiş bir durum değildir aksine her an canlı ve kendini yenileyen hücrelere sahip dinamik bir durumdur. Kendi hayatlarımızda bu dinamik durumla hesaplaşmadan Ebu Talib’in “Mekke’nin kadınları ne der?” sözündeki çevre etkeninden ne anlaşılması gerektiğini idrak edemeyiz. Üstelik bu durumu Ebu Talib’e hiç yakıştıramayız ve hiçbir okuyuşumuzda, hiçbir dinleyişimizde şaşkınlıktan kurtulamayız. Bu şaşkınlığa cevap bulamamamız bile çevremizin bize tanımladığı kimliği “şahsiyet” edindiğimizi göstermiyor mu bize.
Şüphesiz ki Ebu Talip Müslüman olmadı ama hep şerefli ve ahlaklı bir adam oldu.
Ebu Talib’in hayatı da bizim hayatımızdan farklı değildi. Onda iman sorununu ortaya çıkaran şey bizde iman ile birlikte ahlak sorununu ortaya çıkardı. 

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Hududu Bekleyen Göz

“İki göz vardır, onlara ateş değmez: Allah için ağlayan göz ile Allah için hudut bekleyen göz” Tirmizi

Hudut; Allah’ın bize verdiği bizim de sahip olduğumuz şeylerin sınırıdır.
Nefsimiz, ailemiz, çocuklarımız, kazancımız, işimiz, paramız, ahlakımız, elimiz, dilimiz, gözümüz, ilişkilerimiz…vs Bunların hepsinde bizim hudutlarımız vardır. Bunlarda hududu olmayanın Allah katında yeri yok zaten.
Mü’min kul bunların her biri için bir nöbetçidir. Hudut görevlisi gibi endişeli, hudut görevlisi gibi dikkatlidir. Her tehlikeyi gözetleyen uyanık bir gözle bakar durur.
Hudut görevlisi rahat davranamaz, hudut görevlisi boş veremez, hudut görevlisi işini başkasına emanet edemez.
Mü’min nefsinin etrafında dolaşan tehlikelere karşı kendini kollar tedbir alır. Eğlence arzusunu bir kenara çeker. Öncelik nefsin sadeliğini, fıtrîliğini korumaktır.
Mü’min ailesini, çocuğunu, neslini dışarıdan gelecek her türlü fitne ve günah unsurlarına karşı korumaya çalışır. On kuşak sonrasında bile şeytanın müdahalesinden korkar 10 kuşak sonrasını koruyacak tedbirler alır.
Mü’min kazancının biçimini ve mahiyetini hep süzgeçten geçirerek haramın kazancına dahil olmasına mani olur. Müminin haram endişesi kazanma endişesinden daha büyüktür. Bu yüzden kazancında en ufak bir haram hareketi olsa alıcı kuşlar gibi onu takip eder. Zira bilerek yenen bir haramın 10 kuşak sonrasını tahrip edecek boşluklar oluşturduğunu bilir. Kazancını, keyfiyete ve şımarıklığa telef ettirmez, kendisi ve ailesi için ve kazancında hakkı olanların geleceği için kullanır.
Mü’min ahlaklıdır. İnsanların ve şeytanların, ahlakını bozacak, iffetini bozacak işlerine meyletmez, onlardan gelebilecek tehlikelere karşı sabırla, namazla rabbinden yardım ister. Okuduğu önemli bir haberin bile kenarına küçücük ahlaksız bir görüntünün ya da ifadenin iliştirilerek iffetine zarar verebileceğini bilerek okur haberini. Kulağına gelen bir nağme ya da sözün ruhunu atalete, isyana, karamsarlığa ve hissizliğe itmesinden endişe ederek o şeye kulağını tıkar.
Mü’min ilişkilerinde attığı her adımı, konuştuğu her sözü hesap eder. Kurduğu ilişkiler nedeniyle kine, nefrete, öfkeye, zillete, düşmanlığa, sapkınlığa vs. düşmekten Allah’a sığınır. Gerekirse çok gülmez, gerekirse herkese gülücük dağıtmaz, gerekirse sınırlar çizer, her lafın ardından gitmez ki böylece saydığımız bu facialar onun hudutlarını aşıp hayatını ipotek altına alacak olumsuzluklar yaşatmasın.
Kısaca mü’min hudut görevlisidir. Sahibi olduğu şeylerin ve Allah’ın emanet ettiği şeylerin hududunu koruduğu sürece ateşten uzaktır inşallah. Bu dert üzere “ölürse de kıyamet gününe kadar bu ameli işler gibi ecir kazanacaktır inşallah”
Mümin hudutlarını koruyabildiği kadar güçlüdür.
Mü’min hudutlarını koruyabildiği kadar huzurludur.
Mü’min hudutlarını koruyabildiği kadar Allah’ın garantisindedir.

5 Haziran 2015 Cuma

Eğer Bir Gün

Eğer bir gün güldüğün gibi ağlarsan
Eğer bir gün uğruna siper olduğun şey sana sırt dönerse.
Eğer bir gün kazandığına sevindiğin gibi kaybettiğine de üzülürsen.
Ve Eğer bir gün yükseldiğin gibi düşersen.
İşte o gün bileceğin ilk şey şu olsun; Tüm bunlar Allah’ın senin hakkındaki muradıdır. Kimseleri asıl etken görme, kimselere kızma, kimseleri incitme zira senin ile ilgili hüküm göklerde verilmiştir. “Allah, her yükselen şeye (bir gün) düşmeyi yazmıştır.” (Buhari, Ebu Davud, Nesei)
İkinci bileceğin şey şu olsun; O güne ait heybende bir şeyler kalsın. O gün Rabbine sığınacağın hayırlı işlerin yoksa tüm alem bir araya gelse senin için iyi şeyler hazırlayamayacaktır. Eğer hayırlı işlerin varsa Allahın bunu karşına getireceğini bil ve korkma zira Allah seni bir hayrınla ve samimi işinle tüm korkularına üstün getirme gücü vardır.
Üçüncü bileceğin şey şu olsun; Hesabın insanlarla değil Allah iledir. Allaha karşı hesabına bak insanlara hesap çıkartma. Yoksa öfke bineğin olur hüsrana koşarsın. İntikam arzun olur peşinde sefilleşirsin. Bir yola girersin ki sonunda zillet bulursun.
Dördüncü bileceğin şey de şu olsun; Hakkında verilen hüküm son hüküm değildir. Allah yanında seninle ilgili verilecek son hükmü lehine çevirmeye bak.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Nedir Bu Namazdan Daha Önemli İşlerimiz

Hangi bir iş bir vakit namazdan daha önemlidir?
Allah namazdan daha önemli bir iş yarattı mı acaba?
Cihat (savaş) esnasında bile terk etmek yoksa namazı, hangi şey namazın terkine ruhsat verir?
Cihadda (savaşta) bile namazı gözeten Peygamberin aleyhisselamın endişesi-korkusu-öfkesi bizi neden hiç ilgilendirmez.
 Hangi sıkıntı ya da telaş bir vakit namazı terk etmenin geçerli sebebidir?
Hangi toplantı bir vakit namazı terk ettirecek kadar önemli bir gündeme sahiptir?
Hangi ezgili, marşlı eğlencelerden alınacak haz bir ikindi namazını ya da akşam namazını terk etmenin bedeli olabilir?
Başında Kur’an okunarak açılış yapılan hangi programdan beklenen hayır o toplantı nedeniyle kaçırılan bir vakit namazın terkinden doğacak cezaya bedeldir?
Yukarı katındaki Cami’de ezan okunurken aşağısında Kutlu Doğum için planlamaların yapıldığı hangi müftülük toplantısı o namaza iştirak etmekten daha kutludur?
Hangi akşam namazı miniklerin, çocukların ilahiler söylediği Kutlu Doğum, ya da yılsonu programlarından daha kıymetsiz ki namaz rahatça terk edilirken programın gecikmesine bile sabredilemiyor?
Çocukların hangi memnuniyeti Allah’ın memnuniyetinden daha önemlidir ki fotoğraf makinelerine ve kameralara hiçbir anlarını kaçırmadan görüntüleri kayıt altına alınırken terk edilen namazın sahibi olan Allah’ın öfkesine karşı umarsız davranılıyor?
Hangi futbol şölenleri deyip cümle kurmaya gerek yok bile.
Hangi kazanç terk edilen namazdan daha karlıdır?
Misafirlerle ilgilenmekten dolayı namazın kılınamadığı hangi düğün terk edilen Rab ile buluşma neşesinden daha önemlidir?
Savaşta bile Peygamberini namazdan azade kılmayan (Nisa;101-102-103)Allah bizi hangi önemli işimizde namazdan azade kıldı acaba?
Çok mühim (!) işlerimiz yüzünden kendi kendimizi azade ettiğimiz namazların da bir gün hesabının sorulacağını neden hiç görmeyiz. “Yere girenden göğe çıkandan haberdar olan Allah’ın” (Sebe:2) bu işlerimizden habersiz olacağını mı sanıyoruz?
Peygamber aleyhisselama “Bizi orta(ikindi)  namazdan alıkoydular. Allah da onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun” (Ebu Davut; Salat,5) bedduasını yaptıran şey Hendek Savaşı’nda yoğun ve aralıksız saldırılar düzenleyerek İkindi namazını kılmalarına mani olan düşmana öfkeydi. Savaş bittikten sonra namazlarını kaza etmişler ve ardından Peygamber aleyhisselam, namazlarını kılamamalarının sebebi olanlara bedduada etmiştir.
Şimdi bu hakikatten sonra uğruna namazları kılmadığımız ya da kılamadığımızı bahane ettiğimiz hangi işimiz, hangi toplantımız, hangi festivalimiz, hangi Kur’an açılışlı müzik kapanışlı programlarımız, hangi çocuk programlarımız, hangi düğün merasimlerimiz, hangi ticaretimiz bizi Allah’ın öfkesinden kurtarabilir?
 Namazı kılmamıza mani olan hangi işimizden hayır umacağız?
Hendek savaşından daha mı mühim işlerimiz var bizim?
Hendek savaşından daha mı büyük sonuç verecek işlerle uğraşıyoruz?
Yoksa Peygamber aleyhisselama ve sahabelere tanınmayan müsmahanın garantisi mi geldi bize?
Meleklerin yardım için indiği peygamberin savaşlarında bile kaçırmamak için çaba harcanan namazlar, bizim uyduruk işlerimizde hiçe sayılırken o iyi zannettiğimiz işlerimizi Meleklerin hayırlı bir amel olarak yarışırcasına Allah’a götüreceklerini mi zannediyoruz?

İşlerin en hayırlısı namazı gözeten işlerdir. Namazı gözetmeden planlanan hangi iş olursa olsun, o işten hayır gelmez. “ De ki; Amelleri en çok hüsrana uğrayanları size bildirelim mi? Onlar dünya hayatında güzel işler yaptıklarını zannettikleri halde çalışmaları boşa çıkanlardır.” (Kehf; 103-104)

10 Nisan 2015 Cuma

Balık Ve Kuş Örneğinde İnsan Ve Mekan

(El-mü’minü fi’l mescit ke’s semeki fi’l – ma. Ve’l münafıku fi’l mescit ka’t tayri fi’l kafes) “Mümin mescitte sudaki balık gibidir; zevk içindedir, çıkmak istemez.  Münafık ise kafesin içindeki kuş gibidir; kaçmaya çalışır."
İnsan ikidir. Birincisi; Allah’a yakın olan yakın olmak için çabalayan kimse. İkincisi; Allah’la “bağ”ını hiçe sayan kimse. Mekanlar ikidir. Allah’a yaklaştıran mekanlar ve Allah’tan uzaklaştıran mekanlardır.
İnsan ve mekan bir araya gelince şöyle bir sonuç çıkar: Allah’a yaklaştıran mekanlarda olmak isteyenler ile Allah’a yaklaştıran mekanlarda olmak istemeyenler. Allah’a yaklaştıran mekanlarda huzur bulanlarla Allah’a yaklaştıran mekanlarda rahatsız olanlar. Müslümanım diyen kimse rahatsız olur mu hiç? Elbetteki oluyor. Eğlencenin, şamatanın, gürültülü mekanların, görüntüsü bol arz-ı endamların olduğu yerlere (iş icabı bile olsa) alışkın olanların Allah’ın adının anıldığı mekanlarda (mescidler-camiler vs.) duramadığını bir fırsatla hemen oradan kaçtığını görebilirsin. Hatta ve hatta oralara yaklaşmadığına da şahit olabilirsin. “Mistik” bir yaşam ve hava vardır oralarda zat-ı muhterem de mistisizmden pek hazzetmez. Mistisizm zaten kişinin tercih edip etmemekte kendisini rahatlatacak bir tercih unsuru olarak ortaya çıkıyor. Mistisizm terkedilebilir, uzak kalınabilir bu nedenle de hiçbir sorumluluğu yoktur. Ama “ilahi” olan terkedilemez, uzak kalınamaz olursa bir bedeli vardır. Bunun için “mistisizm” tercihler hususunda tepkiyi yatıştırıcı bir misyon yükleniyor. Velhasıl bu kimselerin Allah’la bağın olduğu mekanlarda rahat ettiklerini göremezsin. Kafese kapatılmış gibi en uygun bir zaman ve fırsatı kollar durur. Aynı kişinin eğlencenin, şamatanın, arz-ı endamların bol olduğu yerlerden hiç rahatsız olmadığını görürsün. Bu mekanların tadını çıkarır sonuna kadar. İş adına da olsa huzurludur. Bu mekanlarla anılmak ona rahatsızlık vermediği gibi buralarla ilgili anılarını anlatmaktan dolayı  da hep neş’e duyar. Allah’ın adının anıldığı mekanlara muhabbet besleyen kimseler ise bu mekanlarda olmaktan haz alır. Kendini orada ulaşabileceği en zirve huzurun içinde bulur. Ruha eziyet veren tüm şeylerden arınır. Bunun için o bu mekanlarda denizdeki balık gibidir; hep buralarda kalmak ister. Aynı kimse gürültülü, eğlenceli, şamatalı, arz-ı endamlı yerlerde duramaz.O da buralarda kafesteki kuş gibidir kaçmak ister. Hatta çobanlığı döneminde ve gençliği döneminde Peygamberini koruyan Allah’ın kendisini de bu mekanlardan koruması için her gün duasına sarılır. 
iki farklı insan. Farklarını Allah’la olan “bağ”ları belirliyor. İki ayrı mekan ikisinin niteliğini de Allah’la olan “bağ” belirliyor. Allah’ı hatırlatması ya da Allah’tan uzaklaştırmasına göre mekanlarlar farklılık arzeder. O halde şunu söyleyebiliriz ki insan farklı farklı değildir; iki çeşittir. Allah’la olan bağını önemseyenler ile Allah’la olan bağını önemsemeyenler. Müslüman, mü’min, müttaki isimleri de kafir, müşrik, münafık, günahkar isimleri de bu “bağ”a göre verilir.

 “Bağ” çizgidir. Çizginin her iki tarafında da farklı yaşam var.Çizginin her iki tarafında da farklı ahlak var. İnsanlar bu çizginin  hangi tarafına daha yakınsa ona göre muamele görecek Allah’tan. 

30 Ocak 2015 Cuma

Allah'ı Umursamayanlar (3)

Allah’ı umursamayanlar yeryüzünde umursanmayı haketmeyenlerdir. Allah’ın kendileri hakkında “iyi” demediği kimselerden iyi şeyler sadır olmaz, olmayacaktır da. Peki bugün biz Allah’ın “iyi” ya da “kötü” dediği kimseleri nasıl bileceğiz? Allah’a karşı umursamaz davranıp da helak olanların davranışları, ahlakları, ilişkileri, dünyaya ve ahirete bakış açıları Kur’an’da ve hadislerde açık açık anlatılmış. Şimdi bize düşen onları helak eden davranışları ekmek gibi su gibi unutmayacak şekilde öğrenmeliyiz. Basiretimizi bağlayan tüm bağlardan kurtularak o davranışları hayatımızın içinden ayıklamalıyız. Sonra da o davranışları ikame eden kimselerden uzak kalmalıyız. Bize düşen bundan başkası değil. Yoksa Allah gönüllerdeki perdeyi kaldırmıyor. Yoksa Nuh’un helak edilen kavmini anlatırken bile onların cürümleriyle yaşıyoruz. Nuh’un gemisi seyahattan ibaret kalıyor.
Terk etmek…
Uyarmak…
Meyletmemek…
Hayırlı sona ulaşmak…
Allah’ın umursamadığı kişilere ve şeylere karşı takınılacak tavır budur. Bundan gayrısı bize geçmişin tekrarıdır.
Biz bu hususta da Peygamber aleyhisselamdan daha güzel bir örnek bulamayız. O (aleyhisselam) değil döneminin umursamayanlarına meyletmeyi; geçmişin helak edilmiş umursamayanlarından kalan en basit bir bakiyeye bile meyletmedi.
Bir gün ashabıyla bir sefere çıkar. Bir yerden geçerken ashabına der ki; “Burası Lut’un kavminin helak edildiği yerdir burada konaklamak yoktur” ve daha da hızlandırır orduyu. Maksat oradan bir an önce uzaklaşmaktır. Seferin devamında duyar ki  ordudan bazıları oradan geçerken biraz su almışlar aldıkları suyla da yanlarında bulunan unlarla hamur yapmışlardır. Hemen emir verir oranın suyuyla yapılan hamurları hayvanlara döktürür. Allah’ı umursamadığından dolayı helak edilmiş bir kavmin diyarında eğleşmeyi bırakın oranın suyundan bile uzak duruyor. Helak edilmiş bir kavmin suyuna bile müdahane etmiyor. Halbuki Allah o suyu onlara haram kılmadı. Ama gaye farklıydı. Zelil olanlara ait (onların kullandığı – onları hatırlatan) hiçbir şeyden faydalanmamaktı. 
Allah’ı umursamayanların hiçbir bakiyesine meyletmedi. Susuz kaldı, ashabın hamurları gitti açlık çekti ama müdahane etmedi.
Yaşamları lanetlendi, ölümleri lanetlendi, mekanları lanetlendi, adları lanetlendi. Allah’ı umursamayanların hepsinin sonu böyle oldu. Dün aynıydı bu gün de aynı. Allah’ın sünneti değişmez. Ölümlerinden sonra adı anılınca lanet edilen her kes Allah’ın bu sünnetinin bir kısmına düçar olmuş demektir. Arkasından “şer” ile anılan herkes bu helaktan bir parça taşıyor demektir. Arkasından “şer” ile anılan herkes yaşasın ya da yaşamasın helak sebebi olanların davrışlarından bir kısmını taşıyor demektir.
Şimdi gelelim Peygamber aleyhisselamın olayından ne anlayacağımıza. Çok şey anlaşılır elbette ama en belirgin iki hissemiz vardır. Birincisi; kimin bakiyesini kullandığımızdır. İkincisi de; bu bakiyelere karşı kim gibi davrandığımızdır.
Bir tarafta helak olan kavimlerin yurdundan geçmek zorunda kalınca en hızlı şekilde oradan geçip giden, oranın suyundan bile kullandırmayan peygamber aleyhisselam diğer tarafta helak olan kavimlerin her türlü şenaatini üzerinde barındıran onun ümmeti. Ve helak olanların bakiyelerine üşüşmeleri…
Bu ümmet helak olan kavimlerin özelliklerini üzerlerinde taşımaktan rahatsızlık duymayınca ve onlardan kalan bakiyeye üşüşünce Allah’ın verdiği izzeti yitirdi, her ümmet gibi... İşte bu yüzden şimdi tüm insanlık bu ümmetin üzerine üşüştü.
Aynı dünyada aynı Rabbin kulları olarak yaşıyoruz. Dün onları ilgilendiren bu gün bizi ilgilendiriyor. Dün onların hesaba çekildiği şeyden biz de hesaba çekileceğiz. Bu ümmete toplu helak yoktur ammaaa bu hiç kimsenin umursamazlığının bedelinden kurtulacağı anlamına gelmez. Herkes tek tek hayatında bu hesaba çekilecek. "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum” (Kehf:36-43) diyerek kendine verilen tüm imkanlarında ve gelecek planlarında Rabbini umursamayan adam en güzel ibretlerden bir tanesidir. Bağına bahçesine girer Rabbini umursamaz. Evine girer rabbini umursamaz. Ve acı  son.
Ev ve aile ortamı kurar rabbini umursamaz. Nesle ve topluma dair hiçbir hedefinde rabbini umursamaz. Atına-arabasına biner Rabbini umursamaz. Para kazanır kazandığında rabbini umursamaz. Bilgi sahibi olur bildiklerine rağmen rabbini umursamaz. Hasta olur rabbini umursamaz. Şifa bulur rabbini umursamaz. Ölümler yaşar rabbini umursamaz. Sevinir rabbini umursamaz. Üzülür rabbini umursamaz. Umursamadığı gibi sahip olduğu ne varsa hepsine helak olan umursamazların davrandığı gibi davranır. Kullanım biçimi, tüketim kültürü, hazzı, büyüme ve büyütme biçimi, eşyayı kullanma biçimi, fikri ve düşünce yapısı velhasıl ne varsa insan yaşamına dair hepsine karşı duruşu Allah’ı umursamayanların duruşu gibi olur. “Karun’a özenenler” gibi onun yerine heveslenir, onun gücünü arzular. (Kasas 76-83)  Salih’in kavmi gibi ahireti unutturacak mekanlara sahip olmak ister. (Şuara 14-149) Sebeliler gibi nimetlere karşı şükürsüz ve azgınca davranır. (sebe 15-19) Nuh’un kavmi gibi hakikatler ağır gelince “inatçı”laşır. (Nuh 5-9) Şuyb’in kavmi gibi “alırken çok alıp verirken az verme” düzenbazlığında zirveye çıkar. (Hud 84-85)… Sanki “öncekilerin başına gelenin kendi başına da gelmesini ister gibi” davranır (Kehf: 55). Sonra, Rabbini umursamayan bağ-bahçe sahibinin akıbetine uğrar; eliyle kurduğu umursamaz hayatına dair her şey bir bir tepesine çöker. Her taraftan sıkıntı yaşar.  Sonra da “Ben böyle olmasını istememiştim” der. Allah bir şeyin içine helakı, günahı yazmışsa kul onları yaparak hayır umamaz ki? İstediği kadar kendince ben şöyle istemiştim desin.
Nuh’un kavmi gibi inatçılaşıp kendisine din adına bile gelse bir hakikat ulaştığında ona karşı inatçılaşan ve üstüne üstlük bir de buna cephe alan adamın Nuh’un kavminden ne farkı kalır? Ne tür mazereti olabilir?
Allah kendisini umursamyanları öyle umursanmaz hale getirdi ki, kullarına onların yurtlarından alınan ne varsa bırakılmasını istedi. Onlardan kalan hiçbir şeye sahiplendirmedi.
Şimdi bundan sonra hangi mümin helak edilenlerin yerlerine geçmeye çalışır?
Şimdi bundan sonra hangi mümin helak edilenlerin kurduğu hayatın benzerine heveslenir?
Şimdi bundan sonra hangi mümin helak edilenlerin bakiyelerine iştahlanır?
Şimdi bundan sonra hangi mümin helak edilenleri helak eden şeylerin kendisine hayır getireceğini  bekleyebilir?
Şimdi bundan sonra hangi mümin Allah’ın dürüp kapattığı bir sayfayı açmaya cesaret edebilir?
Ömer Allah ondan razı olsun. İran fethedilip Kisra’nın tacı tahtı hepsi müslümanların olup her biri önüne atıldıkça ağlıyordu. Abdurrahman bin Avf:
Ey Ömer hayırdır bu gün sevinçli bir gün neden ağlıyorsun, dediğinde: “Evet vallahi öyle fakat ben bu servetin bizim aramıza fitne getirmesinden korkuyorum” diyordu. (Beyhaki)
Ömer’i ağlatan o servete sahip olanların davranışlarının da müslümanlara sirayet edeceği idi. Yoksa hiçbir metanın kendiliğinden kula zarar vermeyeceğini o da biliyordu. Ganimet helal idi ama o ganimet “kullanım kültürüyle” birlikte gelecek olursa o bir felaketti. Endişe, sahiplenilen bakiyeye karşı duruşun nasıl olacağında idi.
Kendisinden önce geçip de helak edilenlerin bakiyelerine sahip olmakla sevinen adam Ömer’in kaygısını taşımıyan adam demektir.  
Kendisinden önce geçip de helak edilenlerin bakiyelerine sahip olmakla sevinen adam Peygamber’in kaçtığı yerde konaklayacak adam demektir.
Kendisinden önce geçip de Allah’ın defterini dürdüğü kişi-topluluk ya da toplumların elinde olana iştahlanıp onu elde etmeyi zafer zannadenler kendisinden önce geçenleri hüsrana götüren ilk adımı atmış demektir.
Allah’ın helak sebeplerine sahiplenilmez. Peygamber aleyhisselamın durmadığı yerde çökülmez. Ömer’in ağladığına sevinilmez. Ebu Bekr’in kustuğu şey müslümanın midesinde durmaz.
Ebu Bekr ki allah ondan razı olsun bir gün anlaşmalı kölesi (köleler efendileriyle anlaşma yapıp gün boyunca kazandığının bir kısmını pay alarak efendisine vermek şartıyla özel iş yapabiliyorlardı ve para kazanabiliyorlardı) O’na yiyecek getirir. Ebu Bekr de ikram edilen şeyi yer. Kölesiyle konuşurken kölesi; bu yediğin şey neydi biliyormusun? der. Ebu Bekr çalışıp kazandığı parayla alınan yiyecek olduğunu söyler. Kölesi; hayır der; o benim cahiliye döneminde yaptığım falcılık parasıydı. Cahiliye döneminde adamın birisinin falına bakmıştım parayı ancak getirebildi. Ben de o parayla yiyecek aldım şimdi yediğin şey o parayla aldığım şeydi. Parmağını sokar boğazına, nevarsa midesinde, hapsini boşaltır. Allah’ın lanetlediği şeyin Ebu Bekr’in midesinde yeri yoktu.
Ne varsa  gazaplandığı Allah’ın, onları terk etmedikten sonra iman yerleşmiyor kalplere, hayır gelmiyor yaşamlarımıza. Dün birilerinin yaptığı ve içinde boğulduğu şeyler bu gün başkalarını kurtarmaz. Zaman değişse de Allah’ın sünneti değişmez. Topluca olmaz helakımız ama topluca çekeriz acıları. Ve tek tek yok olur hayatlarımız.

“Velhamdülillahi rabbil alemin”


12 Ocak 2015 Pazartesi

Allah'ı Umursamayanlar - 2

Ebu Derda; ‘Allah’ın bir tek namazımı kabul ettiğini bilmem benim için dünya ve içindekilerine sahip olmaktan daha sevimlidir.
                                      *                                   *                                    *
Allah’ı umursamayanlar… Yaşadıkları hayat boyunca Allah’ı hep orada bekleyip duran hayata müdahale etmeyen bir varlık gibi gördüler. Bu anlayışın sonucu olarak da kendilerinin tahmin ettikleri ya da öngördüklerinin dışında bir şeyle karşılaşmayacaklarını zannettiler. Yani Allah’ın yarattığı yer yüzünde, Allah’ın şah damarlarına sahip olduğu aciz kimseler Allah’ın arzında istedikleri gibi tepineceklerini zannettiler. Hiçbir işlerini Allah’a göre planlamadılar. Hiçbir işlerinde Allah’ı gözetmediler. Hatta öyleki yaşamlarına yön veren kavramlarında dahi onu hatırlatan şeylerden uzak kaldılar. Hayata dair tanımlamalarının içinde O’nun adı hiç geçmedi. İnsanı tanımlayan ifadelerin içinde hiç anılmadı. İnsanı yaratanın adı insanı tanımlarken bile tanımlama dışına itildi. Kararlarda O’nun istisnasına yer verilmedi. Muhabbet ortamlarında O’na dair bir şey söylenmediği gibi ortamlarından O’nu hatırlatacak şeyleri uzaklaştırdılar. Bilerek ya da bilmeyerek, farkına vararak ya da varmayarak bunu yaptılar. Allah’ı hep olagelen şeylerin ve yapılanların dışında tuttular. Allah’ın müdahalesini ihtimal olarak bile değerlendirmediler. Bir hakimin sözünün kesinliği kadar O’nun sözüne kesinlik tanınmadı. Tıbbın sözüne itibar edildiği kadar O’nun sözüne itibar edilmedi. Subhanallah! “kararlar yukarıda (Allah katında) verilirdi" halbuki.
Çevrenin etki ettiği kadar yeme-içme biçimine ve çeşitlerine, çevrenin etki ettiği kadar evlere, çevrenin etki ettiği kadar giyimlere, çevrenin etki ettiği kadar düşüncelere, çevrenin etki ettiği kadar hayatlara Allah etki etmedi, ettirilmedi. Allah’ın hayatları şekillendirmesine müsaade edilmedi. Hayatlar bu gurur ve haddini aşmışlık içerisindeydi. Bir gün bir adam geldi “Rabbim Allah’tır” dedi, hiç kimse O’nu umursamadı. Sonra “O Allah sadece benim değil sizin de Rabbiniz” dedi. Bu sefer bakışlarını ona yönelttiler. “Bu gittiğiniz yol yanlış” dedi. Bu sefer O’nunla alay etmeye başladılar. “Eğer böyle yaşamaya devam ederseniz öncekilerin başına gelen sizin de başınıza gelecek, vazgeçin şu yaptıklarınızdan” dedi. Bu sefer “çıkarın şunu yurdunuzdan” dediler. “Sen ne kadar da temiz adammışsın” deyip onunla ve uyarılarıyla da alay ettiler. Bunlar olup biterken herkes o umursamazlığında ısrar ediyordu. Umursayanlar olsa da aralarında, ortamın nefislerini esir etmesinden dolayı söylenenlere kulak verip uyaran o adamdan tarafa geçemiyorlardı. Aralarından bazıları işin hakikatini görüp “Evet, senin Rabbin olan Allah bizim de Rabbimizdir.” deyip hayatını Allah’a adayınca o güne kadar kendi kurdukları dünyada insancıklarına mutluluk bahşedenler o günden sonra düşmanlıkların en çirkinlerini sergilediler. Uyaran adamları testerelerle kestiler, dağ gibi ateşlerde yakmaya çalıştılar, boğmaya kalkıştılar… Halbuki bu adamlar kendi içlerinden çıkmıştı. Yabancı değillerdi hiçbirisine. Hem de uyarılarla topluluklarının karşısına geçmeden önce “itibar sahibi”, “emin” kimselerdi. Aynı adamlar uyarılarla gelince sanki aralarında daha önce hiç görmedikleri bir adama karşı duruyormuş gibi onu ve söylemlerini dışlamaya başladılar.
 İşte onlardan birisi Nuh aleyhisselam…
 İnsanları kurtaracak bir şeye çağırmasına rağmen çağırdığından dolayı alay edildi. İnsanları felaketten kurtaracak gemiye çağırdı onlar alay ettiler. Gözlerinin önünde her gün kurtuluşun çaresini inşa etti ama gelip geçerlerken alay ettiler. (Hud:37-38) Hatta öyle ki inşa edilme çabasıyla o kadar alay ettiler ki kendilerini unuttular. “Deniz de yok burada ama niye gemi yaparsın NUH!” deyip alaylı alaylı güldüler. Onlar bilmiyorlardı bir gün buralar da deniz olacaktı. Birilerinin felaketi iken diğerlerinin kurtuluşu olacaktı.
Nuh olmak… Kendisini çağrıştıracak hiçbir şeyin (deniz, okyanus) olmadığı mekanda mekandan uzak şeyi (gemiyi) bina etmektir. Ve bununla alay edilmeye razı olmaktır.
Nuh olmak… Zamandan ve mekandan münezzeh Rabbinin zaman ve mekana sahip olduğuna iman edip zamana ve mekana galip olacağını bilerek kurtuluş için gerekli olan şeyi bina etme çabasıdır.
Nuh olmak… iffetin unutulduğu bir toplumda iffetine sahip çıkmaktır. İffetin “hayat şartlarına, dönemin tarzına kurban edildiği bir zamanda iffet diye bir gemiyi inşa etmektir. hayat şartlarından, dönemin tarzından uzakta bir yerde o kurtuluş gemisini inşa etmektir.
Nuh olmak… İffeti yaşadığı yere ve zamana yakıştıramayanların ona gülseler de kurtuluşun çaresi olarak o gemiyi o boğulma gününe hazırlamaktır. Varsın iffet çabasına birileri gülsün. Varsın birileri dalanlarla beraber dalıp iffete dair anlayıştan mahrum yaşasın. Onlar o gemiye binmemeye baştan razı olmuşlardır zaten.
O gemi Allah’tan gelen vahiyle inşa edilmişti. İffet de aynı vahiyle inşa edilecektir.
Nuh olmak… haram ve helali dikkate alarak tertemiz bir hayat kurma çabasıdır.
Nuh olmak… kadın ve erkeğe dair ilişkilerin yeniden ele alınması ve herkesin susup yalnızca Allah’ın konuşmasıdır.
Nuh olmak… din adına uydurulan her şeyin bir kenara bırakılıp yalnızca Allah’tan gelene tabi olmaktır. Zamana ve şartlara uysun ya da uymasın, insanlara şirin gözüksün ya da gözükmesin. Allah’tan gelene tabi olmaktır.
Nuh olmak… Kendi ellerinle inşa ettiğin hayata itiraz edecek evlatla imtihan edilmektir.
Kendi arzuları için Allah’ın istediği şeyi inşa etmekten uzak duranlar Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere yakınlıktan bahsedemez.  İmanların durumu Nuh gemiyi inşa ederken alınan tavırda belli olacak.  İmanların durumu toplumun kurtuluşunun kendisinde olduğu hakikatleri inşa edenlere karşı alınan tavırda belli olacak.
Tanımadıkları, çevrenin anlayışından farklı, hurafelerden uzak bir dini anlattığın zaman mekanlarından uzak deniz aracını (gemiyi) inşa edenlerle edilen alay gibi alay edildiğinde ortaya çıkar imanların durumu. Mekanın ve zamanın Rabbi olan Allah’ın kurduğu o bağdan habersiz alay edip de kendi afetlerini hazırladıklarında belli olur iman etmeyenlerin durumu. 
Deniz (sahabe yaşamı) bize uzak olabilir. Ama Allah bir gün denizi yer yüzüne hakim kılacaktır. Orayla ilinti kurarak oluşturululan her iman, orayla ilinti kurarak kurulan her yapı, orayla ilinti kurarak yapılan her konuşma, içinde bulunduğun hayata zıt olduğu için dışlanabilir, hatta, alay edilebilir. Hatta ve hatta dinin asra yorumlatılamamış yorumu olarak da bakılabilir. Üstelik bu tavır Nuh’un hikayesini her gün anlatanlar tarafından sergilenir. Çünkü denizle içinde bulunduğu hayat/ortam arasında bağlantı kuramamışlardır onlar.  Denizle bağlantı kuramayanlar bir gemi inşa etmenin gerekliliğine de inanmazlar. Denizle bağlantı kuramayanlar geminin inşa edilmesiyle alay ederler. Denizle bağlantı kuramayanlar bir gün o denizin kendilerini çepeçevre saracağını bilemezler. Allah’ı umursamayanlar denizi de bilmez, gemiyi de bilmez, Nuh’u da bilmez.
Nuh bir hakikattir. Nuh bir meseledir. Nuh araçları farklı ama dünya ile ilişkisi bizle aynı olan müslümanların en güzel numunelerinden birisidir. Nuh da kavmi de bizim hislerimiz gibi hisleri olan aynı sünnetullaha tabi tutulmuş insanlardır… Nuh’un derdi birilerini hiç ilgilendirmedi. Allah da onları helak ederken onlarla hiç ilgilenmedi. Hatta Nuh’un oğluyla bile…
Allah’ı umursamadığın zaman kimi umursarsan umursa ister falancalardan ol ister filancalardan ol, ister falancanın eteğine tutun ister filancalara mensup olmakla övün, kurtulamazsın. Peygamberin oğlu da olsan kurtulamazsın…


5 Ocak 2015 Pazartesi

Allah'ı Umursamayanlar - 1

Kim umursarsa o da umursanır. Kim umursamazsa o da umursanmaz. Dikkate aldığın kadar dikkate alınırsın. Bu Allah’ın katındaki sünnettir. Kurduğun hayatın içinde Allah’ı ne kadar umursarsan o hayatın içinde de Allah seni umursar. Hayatını kurarken dikkate almadığın Allah’ın seni dikkate alacağını bekleme.
Kavimlerin helakı, insanların helakı bu gerçeklik üzerinden yürümüştür. Nice kavimler nice topluluklar, nice devletler kuruldu da hepsi yok oldular gittiler. Nice tahtlarlar alaşağı edildi, nice zâtların defteri dürülüverdi de Allah hiç birisini umursamadı. Çok büyük devletleri vardı, çok büyük güçleri vardı, çok büyük ihtişam sahipleriydiler, herkes onların etrafında dönerdi, hayat onların kararlarıyla şekil alırdı, hiçbir şeye muhtaç değillermiş gibi kasıla kasıla yürülerdi de Allah hiçbirisini helak ederken umursamadı. “Onların ardından ordu indirecek değildik, indirmedik de. Onları sadece korkunç bir ses helak etti” (Yasin:29) Tüm o ihtişamları, tüm o gururları sadece bir ses ile yok ediliverdi.
Hani çok önemli adamlardı.
Hani her şey onlarsız hüsrandı.
Hani onlar tek umursanacak güçtü.
Ne oldu? “Arkalarından ne yer ağladı ne de gök” (Duhan:29)
 Allah’ı umursamadan kurulan her hayat her düzen Allah’ın küçücük bir sebebine yenik düşer. Ya Nemrut olur sineğe yenilir. Ya Ebrehe olur Ebabil’e yenilir. Ya da bir asaya.
Bir adam Allah’ı umursamazsa Allah da o adamı umursamaz. Bir adamı Allah umursamazsa o adam için hangi yol var ki gitsin, hangi el var ki tutsun, hangi güç var ki korusun, hangi şefkat var ki kefil olsun.  Allah’ın “Onu bana bırakın” (Müddessir:11) dediği gün gayrı kime gider o umursamaz.  
Bir adam Allah’ı umursarsa Allah da onu umursar. Bu durumda onu meleklerine de insanlara da aleme de sevdirir.  Sonra o adam ölür de Peygamber aleyhisselam onun için “Saad’ın (Saad bin Muaz) ölümünden dolayı arş sallandı” der. Arşın ölümüne üzüldüğü bir adam olmak için endişe duymak, umursamak gerekiyor.
Muaz bin Cebel radıyallahuanh ölüm döşeğinde iken ikide bir;
-“Sabah oldu mu” diye sorar, Ona:
-“Daha olmadı” diye cevap verilirdi. Nihayet bir defa “sabah oldu” dediklerinde Muaz:
“Sabahında ateşe gidilen geceden Allah’a sığınırım”  dedi. 
Geceyi umursuyor, sabahı umursuyor, ateşi umursuyordu. Çünkü gecenin de, sabahın da, ateşin de Rabbi olan Allah Muaz’ın da Rabbiydi.
Geceleri ve gündüzleri, sabahları ve akşamları, sevinç ve üzüntüleri, öfke ve sükunetleri, şenlikleri ve yasları, kadınları ve erkekleri, çocukları ve ihtiyarları helak olan kavimlere benzeyen toplumlar Allah’ı umursamazlar. Allah’ı umursamayan her kim ise onda Allah’ı öfkelendiren kavimlerin bir özelliği var demektir.
Allah’ın umursamayan kimseler…. Evet onlar ; evlilik düşüncesinde, evlilik merasimlerinde, çocuk beklentilerinde, çocuk yetiştirmelerinde, iş kurup para kazanışlarında, borcuna dair sorumluluklarında, arkadaş mekanları biçimlerinde, arkadaş muhabbetlerinde, ölüme karşı hislerinde, şenliklerinde ulaştıkları sınırlarında velhasıl hayatlarının hiçbir safhasında Allah’ı umursamadılar. Kendilerince iyileri kötüleri sıraladılar. Koca koca kitaplar yazdılar hayatlarına dair. Herkese dayatılan, herkesin tabi olması istenilen kanunları, nizamları oldu. Hiç kimsenin umursamaz kalmamasını istedikleri yazılı ve örfi kanunları, nizamları… Bunların hiçbirini yaparken Rabbim acaba ne der diye sormadılar, Rabbim kızar mı diye sormadılar. Ama Allah da onları umursamadı. Ne yaparlarsa yapsınlar, tarihte ne kadar uzun zemin teşkil ederlerse etsinler, yeryüzünde ne kadar nereye hükmetmişlerse hükmetsinler Allah onların değer verdiği şeylerin hiçbirine değer vermedi. Allah’ın yanındaki değerini umursamayan ya da unutup giden her kes her toplum her devlet o hazin sonu yaşadı. Tarih bize Allah’ı umursamayanların diliyle anlatıldığı için de biz o tarihihten bir şey anlamadık. Bunun için biz şimdi onların yaptıklarını yapsak da kapımızda duran tehlikeyi farkedemiyoruz.
Allah’ın kullarından talep ettiği bir şey bir filmin afişi kadar bile bizde ilgi uyandırmıyorsa, gündemimizde bir karşılık bulmuyorsa, “Ey Kullarım” seslenişini  bir müziğin nağmesi kadar bile kendi üzerimize alınmıyorsak gecelerimiz o kavimlerin gecesine, gündüzümüz o kavimlerin gündüzüne benzemiş olduğundadır.  
İbrahim Ethem’in hikayesi anlatılır. Bir gece kuş tüyü yatağında cennet hayali kurarken damda ayak sesleri işitir. Kim var orada diye bağrıır. Damdaki adam; “devemi arıyorum” der. İbrahim Ethem kızar; “damda deve mi aranır be hey adam” der. Adam; “damda deve aranmayacağını biliyorsun da kuş tüyü yataklarda cennetin aranmayacağını bilmiyor musun?” der .
Umursamazlara benzeyerek kurduğumuz hayatların içinde Allah’tan bulunduğumuz cennet taleplerimiz bize boş boş geri dönecektir. Biz Rabbim bana kızdı mı diye sormadığımız, acaba Rabbim ne der demediğimiz sürece hayatlarımız tek tek benzer sonları görecektir. 

Umuradığımız şey kadar değerimiz olacak. Varlığını ve yokluğunu umursadığımız şey ne ise bizi kıymetimizde odur. Daha ötesi değil.