22 Haziran 2017 Perşembe

Kendi Beynini Yiyen Adama Dönüşmek

Hannibal Lacter Filminde adamın kendi beynini yediği sahneyi yaşıyoruz. Kalbimiz çalışıyor, nefes alış verişimiz normal, dilimiz hareket ediyor ama bakışlarımız boş, harekete geçirecek hislerimiz yok, itiraz etme-hayır diyebilme gücünü yitirmişiz. Tüm Müslüman dünyası bu sahneyi yaşıyoruz. Beynimiz (Ortadoğu) verilen narkozla uyuşmuş durumda. Müslüman dünyanın beynidir Ortadoğu. Hem öyle bir narkoz ki beynimizi kesiyorlar, parçalıyorlar ve bize yediriyorlar. Kendi beynimizi kendi ellerimizle parçalayıp yiyoruz.
Bu hale geldiğimiz yüzlerce başlıkta incelenecek bir durumdur. Fakat başımıza gelenlere görsel dünya açısından bakınca ciddi bir narkozun yapıldığını görmekte hiç zorlanmayız. Medya’nın ve görsel dünyanın (filmlerin)  zihinlerimize etkisi, iğdiş etmesi ve hissiz hale getirmesi nedeniyle kendimize zarar verecek işlere bile karşı koyacak irademiz kalmamış ha bire bilinçsizce kendimizi parçalıyoruz.
Görsel dünyanın bize etkisini sıra dışı bir düşünmeyle rahatlıkla fark edebiliriz. Puzzle’ın parçalarını bir araya getirince hayret verici şeyler ortaya çıkıyor.
İki film bizim zihinlerimizi baydı. Binlerce filmin içinden sadece ikisi ile bilinçaltımıza yapılan enjekte ile ne büyük bedeller ödüyoruz. Elbette ödediğimiz bedeller sadece film/lerin bize etkisiyle olmadı yüzlerce başka sebep var ama en küçük hücrelerimize kadar nasıl bir sızma, enjekte var onu göreceğiz.  Sadece bizim/Müslümanların değil bütün dünyanın bilinçaltıyla nasıl oynandığını göreceğiz. Bilinçaltına yapılan enjektenin reflekse dönüşmesini göreceğiz. Refleksler bilinçaltının ürünleridir ve bilinçaltının kontrolündedir.
*                                          *                                          *
Filmler maksatlıdır.
Filmler mesaj içerir.
Filmler yönlendirir.
Filmler değirmene su çeker.
ROCKY BALBOA ve RAMBO… Birincisi özelde Müslümanların diğeri tüm dünyanın narkozudur. Beyne yapılan uyuşturmadır.
Rambo serisi filmini izleyenler, dikkatle izlemişlerse şunu görürler; Kahraman, güçlü, adaletli, vurduğunu deviren pazulu, şefkatli ama zalime karşı da öfkeli gerekirse bir aslan kesilen, kendi dünyasında yaşamayı tercih edecek kadar naif ama mecbur kalınca tüm dünyalara dalabilecek kadar cesur bir ESAS OĞLAN vardır.
Boşuna gitmez hiçbir yere. Mutlaka bir zulüm vardır ve o zulümden inleyen bir halk vardır. Kimsenin müdahale etmediği, durdurmadığı bu zulme daha fazla göz yumamayan bir sistem (AMERİKA) vardır. Sistem onu ADALET ve ÖZGÜRLÜK için görevlendirir. Nereye? Nereye olursa fark etmez. Sistemin stratejik planları olan her yere. Kimi zaman KAMBOÇYA, kimi zaman AFGANİSTAN ve mücadele süreklidir. Sistem sürekli mücadeleyi ve riski göze almıştır, tek maksadı zulüm altında inleyen halkları ÖZGÜRLÜĞÜ’ne kavuşturmaktır. Halkların başlarındaki DİKDATÖR’leri ortadan kaldırıp onlara kendi hür iradeleriyle buluşturmaya (DEMOKRASİ) ahdetmiştir. Aslında istemeye istemeye müdahale etmek zorunda kalır sistem (AMERİKA). KAMBOÇYA’daki zalim idareciyi ve askerlerini alt eder gelir, masum insanları hapisten kurtarır özgürlüğüne kavuşturur. Masum halk SİSTEM’in elçisine şükranlarını sunar. Kendi idarecilerinden daha şefkatli bir elçi… Kendi idarecilerinin zulmüne karşı özgür bir anlayış… Ulaşılması ve olunması gereken bir ayrıcalık... İzleyicinin kalbine inilir, bilinçaltına inilir, ruhlar esir alınır farkına varılmadan.  Ve hayranlık uyandırılır.
Ardından yeni bir seri gelir; ESAS OĞLAN, AFGANİSTAN’a gider. Afgan halkını esarete mahkum etmek isteyen zalim Rusya’nın zulmüne mani olmak için sistem harekete geçer. ESAS OĞLAN ikna edilemez ama eski komutanı AFGANİSTAN’da zalim Ruslara karşı mücadele ederken yakalanır. Naif ve adaletli esas oğlan hemen harekete geçer. Tamamen kurtarma amaçlıdır. Ama bu kurtarma harekatı zamanla kendini koruyamayan bir halkın kurtarılması sorumluluğuna da dönüşür. Tanrı!, bu vazifeyi doğal süreç içinde O’nun omuzlarına yükler. Kaçamaz ve her iki sorumluluğu da hakkıyla yerine getirir. Zalimin tepesine çöker ve en ileri silahlarına rağmen onları alt eder. Hem Tanrı(!)yı, hem de Tanrı(!)’nın sevdiği aciz kullarını memnun eder ve “şükran ve minnetle” oradan ayrılır. Artık AMERİKA Müslümanların dostu RUSYA müslümanların düşmanıdır. Filmin gerçek olması için fazla geçmez. Gerçek hayatta da Amerika Müslümanların Dostu(!) olur.  
Rocky Balboa ve Rambo serileri öylesine, keyifli bir vakit için imal edilmiş filmler değildir. Asla ve kat’a böyle değildir. Zamanlaması olan, hedefleri olan bir film serisidir her ikisi de. Sanat adına eğlence için izlenecek bir film değildir ikisi de. Oyuncu kadrosu, içeriği, mesajları açısından özellikle kurgulanmış filmlerdir. Müdahalenin ön habercisidir. Ve tüm dünyanın bilinçaltına “tepkiye gerek yok, rahat olun”  imajı vermektir. Zihinlerdeki yabancılıklar görüntü, imaj ve mesajlarla tanışıklığa dönüştürülür.
Her iki filmde de bilinçaltına atılan yüzlerce mesaj var, ödev var, emir var aslında. Hedefe alınan ülke ve toplumlar üzerinde 10-15 yıl sonrası için düşünülen cerrahi müdahalelerin narkozu konumundadırlar.
Tüm dünya toplumlarına sunulan bu filmler tüm dünyayı 10-15 yıl sonrasına “gassalın elindeki mevta” gibi itirazsız hale getirme amacı gütmektedir. Başarılı da olmaktadır. Hangi hususta? AMERİKA’nın dünyanın her yerine müdahale edebilirliği hususunda.
Amerika'nın kesintisiz ve fiili olarak dünyaya müdahalesi 80’lerle başladı ve o günden beri homurdanmalar haricinde hiçbir devlet karşı çıkmamıştır, çıkamamaktadır. Müdahaleleri özellikle İslam Dünyası üzerindedir.  Beyinleri uyuşturulan Müslüman halkların itiraz etme gibi bir durumları olamamaktadır. Fiili müdahalenin öncesinde yaptığı hamleler, kültürel dejenereler, iyi çalışılmış medya oyunları ile 10-15 yıl içinde tüm müdahaleler meşru hale getirilip hamleler yapılmaktadır.
Şu soruları bir soralım;
Başka bir devlet için Amerika’ya tanınan meşruiyet tanınır mı?
Başka bir devlet bunu yapsa ne olur?
Amerika'nın bir yeri işgal etmesiyle farklı bir ülkenin bir yeri işgal etmesi esnasında zihinlerimizdeki tepki nedir?
Sanki zihinlerimizde Amerika'ya her yere "el atma" hakkını vermiş gibi davranıyoruz.
80’li yıllarla birlikte Amerika Müslüman Dünya’ya el atmaya başladı. Alt yapı çalışmalarını, psiko-sosyal tüm verileri iyice işledikten sonra, ekonomik tüm köşeleri tuttuktan sonra vs. müdahaleleri ardı ardına yapmaya başladı. Şu an geldiğimiz aşama müdahalelerin zirveye tırmandığı noktadır. Ama hiç bir müdahale, karşı koyma, engel olma gerçekleştirilememektedir. Müslüman dünya (Ortadoğu) üzerindeki ustaca taktikleri ve illüzyonlarıyla harekete geçirecek beyinleri hissetmez hale getirdi. Acının en ağırını yaşamamız gerekirken hiçbir acı hissetmeden cerrahi operasyonlar yapılıyor ülkelere.
Sanki Hannıbal Lacter Fimindeki gibi... Adama kendi beyninin yedirildiği sahneyi yaşıyoruz. Orta Doğu Müslüman’ın beynidir. Bize kendi beynimizi yedirmekteler. İç çekişmeler, dışa karşı aciz kalış, kendi bedenimize zarar vermeye götürüyor. En ihtimal dışı olanın yani kendi beynimizi bile bize servis edenlerin sofrasındayız hala. Bize sundukları, parçalayıp yedirttikleri Müslüman dünyasının beyninden başkası değildir. Hannibal Lacter’ın aldığı o hazzı alıyorlar. Sakin, güçlü, karşı konulamaz ve acının bile kontrolü bozamadığı itaat edilmişlik.
En büyük acı bile itiraza sebep olacak kadar hissedilmiyor.
Her şey filmlerle başlamadı elbette ama herkes de o filmden bir parça kaldı. Eğlencelik zannedilen o filmlerden kalan şarapnel parçaları tüm bünyeyi sakat hale getirdi.
Diğer filmin yani ROCKY serisinin ise daha gizli bir görevi vardı. Özellikle Müslüman dünyada... ROCKY’den RAMBO’ya sorunsuz geçişi sağladı. Zihinlerin sevdiği Rocky karakterini oynayan STALLONE, Rambo’nun içselleştirilmesine kolaylık sağladı.
Rocky Balboa Filmlerinin Müslümanlar ile bağlantısını anlayabilmek için Rocky Filmleri ile Muhammed Ali’nin dünyadaki tüm Müslümanların efsanesi haline gelmesi arasındaki tarihlere bakmak yeterli olacaktır. Müslüman bir boksör. Şampiyonlukları dillere destan. Elbette doğru ama Dünya Medyası’nda bu şampiyonluklar fazlasıyla dillendirildi. Özellikle ezilen halkların yumruğu haline geldi Muhammed Ali. Sanki normal bir insandan başka bir güce sahipmiş gibi Müslüman dünyasında övgülere mal oldu. Müslüman dünya bazen Futboldaki başarısıyla kafiri yenince cihad kazanmış muamelesi yaptığı gibi boksa da Müslümanların yumruğu olarak baktılar. İRAN-AMERİKA Dünya Futbol Müsabakasında olduğu gibi, Filistin asıllı bir sporcunun İsrailli birini geçmesindeki gibi... Müslümanların bu heyecanını dünya basını her geçen gün daha da şişirdi. Bir yönüyle gaz alıyordu bir yönüyle de bir sonraki aşamada gerçekleştirilecek müdahaleleri zihinlerde normalleştirecek filmlerin ESAS OĞLANI’nı piyasaya hazırlıyordu. Sistem (AMERİKA) buradan girebileceği deliği çok iyi gördü. Ve fazla geçmeden ROCKY filmleri piyasaya sürüldü. Müslüman dünya boksu sevdi, sevdirildi. Müslüman boksörler heyecan uyandırdı. Biraz sonralardan da olsa TYSON gibi mesela. Müslümanların boks dünyasına olan seviciliği bilinçli bir müdahaleyle yön değiştirdi. Beyin altına yeni bir kahramanı iliştirildi. Boksu seven Müslümanların gelecekte kurtarıcı filmlerin ESAS OĞLAN’ı olacak olan kişi ile tanışıklığı başladı. Bir süre sonra da kimisinde az kimisinde çok bir sempati oluştu. Hemen hemen herkeste bir tanışıklık oldu. Göz alıştı… Artık Müslüman olmayan bir boksörü de destekliyorduk. Kalbimiz sadece Müslüman boksör için atmıyordu artık. Bizden olmasa da Sempati beslediğimiz bir boksör için de atmaya başlamıştı kalbimiz. Mesela; Rocky, Rus boksörle ringe çıktığında Müslümanların tarafı ROCKY’nin tarafında oluyordu. Sadece nüslümanlar değil tüm dünya Rocky tarafında oluyordu. Bu aynı zamanda Amerika’nın yanında olmaktı. Amerika sevgisi Rocky sevgisinin ardından kalplere sıvışarak girdi. Rocky'nin desteklendiği o sahnelrin en can alıcı karelerinde Amerika'nın bayrağı dalgalandı hep. Tıpkı diğer filmlerde olduğu gibi. Gözlerimiz, zihinlerimiz ve ruhlarımız o bayrağın her yerde dalgalanmasına müsade edinceye kadar Amerikan bayrağı dalgalandırıldı filmlerde.  Kimsenin rahatsız olmayacağı aşamaya gelinceye kadar her filmde dalgalandırıldı Amerikan bayrağı. Nihayetinde Amerika'nın bayrağı artık zihinlerimizde özgürce dalgalanır oldu. O bayrağa sarılıp ringi turlayan Rocky bize o bayrakla duygusal bir yakınlık da kazandırdı. Kızdığımız bayrak aradaki mesafeler kalktıkça duygularımızın az da olsa dokunduğu bir bayrak haline geldi. Hastalık bulaştı ruhlarımıza. Ve sonunda bir kahraman oldu Rocky. Ne hazindir ki yıllar sonrasında Muhammed Ali “eski efsane” olarak anılırken Rocky hep “yaşayan efsane” olarak muamele gördü. Bu, Müslüman zihinlerde Rocky Balboa’nın Muhammed Ali’ye karşı zaferiydi ne yazık ki!
Muhammed Ali sadece alkışlanan, Rocky Balboa ise idol olarak dünyaya sunulan adam oldu.
Nihayetinde Rocky, bilinçaltına atılan sevilen adam imajını garantiledi. Sonra birden kurtarıcı oluverdi aynı adam. Tanışıklık ve muhabbeti zihin altına yerleştirilmiş adamın Kahraman olma hakkı vardı ve bu hak ona verildi. Elbette kimse eline pankart alıp yapmadı  bunu ama zihin altında bu hak verildi O'na. Resimlerle, posterlerle, afişlerle yeni nesillere daha bir işlendi bu. Rambo gözlüğü, Rambo atleti, Rambo bıçağı kullanmaya başladık. Tarzımızı değiştirdik. Zihnimizin esir alınmışlığıydı bu. Ve ROCKY’den RAMBO’ya dönüşen bir Efsane ile karşı karşıya kaldık. Ruhlar ve zihinler bunu kabul etti. Medya ile kabul ettirildi. Kapitalist pazarla kabul ettirildi.
Artık RAMBO nereye müdahale ederse etsin bizim de desteklediğimiz bir özgürlük savaşçısıydı. Çünkü biz onun geçmişini biliyorduk. Dünya’nın her yerine müdahale edebilecek, müdahale ettiğinde de haklı sebepten dolayı müdahale edecek bir adalet savaşçısıydı. Hatta kendi vatanımıza (Afganistan’a) geldiğinde bile ruhlarımızda ve zihinlerimizde destekledik O’nu. Farkında olmadan da arkasındaki sistemi yani AMERİKA’yı destekledik. Zihinlerimiz, Rusya’yı Afganistan’daki yabancı olarak tanımlarken aynı zihinlerimiz Amerika’yı Afganistan’ın yabancısı olarak görmedi. Çünkü bilinçaltımızda Amerika oraya giderse Afgan Halkı’nın hayrına, iyiliğine gider diye enjekte edilmişti. Bunun için de itiraz etmedik. Rusya’nın Afganistan’a girmesi esnasındaki itiraz ve cihad arzusu Amerika’nın Afganistan’a girmesi esnasında ortaya çıkmadı. Ve sonraki işgallerinde de çıkmadı.
Şimdi Amerika sınırımızda. Şimdi Amerika Kalbimizde (Mekke-Medine ve civarı). Şimdi Amerika her yerde. Onun yokluğunda sükunetin hakim olduğu yerlerde şimdi her gün bedenler parçalanıyor. Hem de Müslüman müslümanın bedenini parçalıyor. Bir taraftan kendi bedenlerimizi parçalarken bir taraftan tüm İslam Dünyası’nın beynini parçalıyoruz. Birbirimizi yediğimiz gibi aslında Müslüman dünyanın beynini yiyoruz. Bize bedenlerimizi ve beynimizi parçalayıp yedirecek kadar hislerimizi almışlar, bilincimizi yitirtmişler.
Nasıl haz almasınlar ki?
Ama Allah’ın da göreceği bir hesap zamanı gelecek. Bu bir avuntu değil ümidimizdir Allah’tan.

Allah en iyi bilendir.

15 Haziran 2017 Perşembe

Benim Adım Khan Değil

İsmet ÖZEL  Yeni Şafak’ta yazdığı dönemlerde (yaklaşık 20 yıl önce) şöyle demişti: “Bizim en büyük eksiğimiz her yapılan suçlamaya bağrımızı açıp o suçlamayla baş etmeye çalışmamızdır. Halbuki bizimle ilgisi olmayan suçlamaya dair açıklamalar yapmak bizim o suçu kabullenmemiz demektir”
                                      *                             *                                    *
Müslümanlar TERÖRİST’tir. Algısıyla birlikte taaa Kabe’mize kadar geldiler.
Bu söylem Suçu kabullenme söylemidir.
Suçtan kurtulma isteği olan söylemdir.
Ben sizin kastettiğiniz kişilerden değilim diyerek iftira edilen Müslümanların safından ayrılma girişimidir.
Kimliğe yapılan müdahale ve tanımlamaya “onursuz” bir baş eğmedir.
Müslümanların meşguliyetinin ve amaçlarının “Ümmet” olma iddiasının bitirilip “Terörist Değilim” ispatına dönüştürülmesi projesidir.
2007 de BM’de “Terörle Mücadele” başlığı adı altında yapılan bir yol haritası belirlendi. Bunların çok etkin karlarından bir tanesi de “BM’de Terör faaliyetleri içinde olduğu kabul edilen bir yapı (Vakıf, Dernek vs.) alınan bir kararla terörist ilan edilecek ve bütün mal ve nakitlerine el konulacaktır.” Bu karar alındıktan sonra BM’ne üyeliği olan hangi ülke olursa olsun bu kararı uygulamak zorundadır.
İhvan, Hamas fark etmez hepsi buna dahildir. Bu yapılar BM’de terörist olarak kabul edilirse hangi ülkede bu yapılar varsa o ülkeler bu yapılara müdahale edip mal ve nakitlerine el koymak zorundadır. Mısır 2015 yılında İhvan’ı terörist ilan edip tüm mal varlıklarına el koymuştu. 2017 yılında Katar  Krizi ile İhvan ve Hamas’ın uluslar arası meşriyetine darbe vurulmaya çalışılmakta. Bunu Müslümanların elleriyle yaptırmaktalar. Suud, BAE, Mısır gibi ülkeler Katar’a ambargo uygulayarak bunun ayağını yapmaktalar. Katar’ın İhvan ve Hamas ile arası çok iyi. Yusuf El- Kardavi’yi himayesi altında bulundurmakta. Suud ise hem ihvanı hem de Hamas’ı diskalifiye etme çabasında. Müslümanların eliyle Hamas ve İhvan’ı uluslar arası terörist ilan ettirme gayretindeler. Ve herkes şimdi “biz terörist değiliz” demeye başladı. HAMAS 1967 sınırlarını kabul etmesine rağmen, ayetli hadisli misyonlarından vazgeçip demokratik söylemli misyonlara yönelmesine rağmen, baskılardan kurtulacağını ümit etmesine rağmen iddialardan kurtulamamakta. Üstelik iddialar Müslüman devletler eliyle önüne sunulmakta ve kendini akla demekte. İşin perde arkasında ise Amerika bulunmaktadır. Amerika’nın ise bir şartı var; Senin adın KHAN olmalı ki terörist olmadığına inanayım.
“MY NAME İS KHAN” bir filmden öte aslında Amerika’nın önce tanımladığı sonra nasıl olması gerektiğini vazettiği Müslüman modelidir. 
“BENİM ADIM KHAN, BEN TERÖRİST DEĞİLİM ! ” Hep bunu söyler filmin esas adamı.
KHAN kimliğinde anlatılan MÜSLÜMAN nasıl biridir?
Müslüman dış dünyadakiler kadar normal olma imkanı olmayan “anormal-bozuk” yapıda biridir. 
 Müslüman Hastalıklı bir insandır. Her an kontrol altında tutulması gerekir.
Müslüman dış dünyadakilerin her an tedirgin olduğu, zararından emin olmak için mutlaka direktiflerin ve müdahalelerin gerekli olduğu kimsedir. 
Müslümana yapılan iş ve işlemlerin amacı aslında başkalarını zarardan emin kılmak olduğu gibi kendisini de kendi zararından emin hale getirmek amacına yöneliktir. Sürekli müdahale edilmesi bu nedenledir.
Müslüman hep kendisinin “masumluğunu” ve “iyiliğini” ispat etmek zorunda kalan kişidir.
Müslüman kendi haline bırakılırsa etrafa zarar vermek eğilimine girme ihtimali olan bir “hastadır”.
Müslüman “ruh” hali itibariyle sorunlu ve kendi dışındakilerden farklı bir dünyada yaşamaktadır. Yaşadığı dünya gerçek dünyadan uzak sadece kendisi gibi eksik, zayıf ve problemi olanların dünyasıdır. 
Müslüman kendi dışındaki dünyaya benzediği oranda sağlıklı görüntüler veren “gerçek dışı” yaşama mahkum bir “acuze”dir.
Müslüman işe yarar bir insan olduğunu ve zararlı biri olmadığını ispat etmeye muhtaçtır. Bunu Amerika’ya hizmet etmekle ispatlayabilir. Bütün dünyanın, Müslümanların terörist olmadığına ikna olabilmesi için Amerika’nın O’na lütüfta bulunması gerekir. 
İyi bir Müslüman olduğunu ispat etmek için O’nun kilisesine hizmet etmen gerekir ki müslümanın tölere edilmesi ancak ve ancak din olarak tüm iddialarından vaz geçmesiyle mümkündür.
Amerika’ya karşı cihad değil, bağlılık gayreti olmalı.
Amerika’ya en iyi hizmet edecek kişi olduğun takdirde Amerika’nın iltifatına layık görülebilirsin ancak. İltifatın süresi, şekli Amerika’nın insiyatifindedir.
İşte O zaman Senin adın KHAN olur, terörist olmazsın
İşte o zaman sen zaten MÜSLÜMAN OLMAZSIN.
Benim adım KHAN değil!
Bunun için kendimi terörist olmadığıma ikna etmek için çalışmama da gerek yok. Bana terörist olmadığımı söylemeleri için beni ben yapan şeylerden uzaklaştığımı da söyleyemem. Kim ne tanımlama yaparsa yapsın fark etmez. Allah beni tanımlamış, peygamberim bana kimlik vermiş.
Ben "müslümanım".
BİTTİ.

Velhamdülillahi rabbil alemin.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Muhafazakarlıkla Birlikte Köklere İnen Sızı

·         “Köklerimizden gelen bir değişim yaşamıyoruz, köklerimize sızan bir değişimin aracı oluyoruz.”
·         “Riyakar bir çöplüğe dönüşüyor muhafazakar kamusal alan.”
·         Büyük ideallerle çıkılan yolun sonunda kendi gerçekliğiyle baş başa kalan bir dindarlıkla karşı karşıya kaldık.
·         Muhakkak ki Allah bizim ne yapacağımızı görmek istiyor.
*                                                             *                                                                    *
Yıllarca müslümanların kamusal alandaki mücadelesine, cihadına şahit olduktan sonra elde ettiği şeyde kendini eleştirecek dönüşüme girmesine şahit oluyoruz. Kamusal alandan kastım özellikle görünür olan TV, Radyo, Gazete, Sinema’dır.
Kamusal alanda dini görünümler yıllarca pek görülmedi. Birkaç kandil programı, Ramazan’da iftar vaktindeki cami ve cumbalı ev silüeti yanındaki Hacivat-Karagöz gösterileri, Cuma günkü 12. Sayfa anlatımları hariç. Yerelde bir takım çalışmalar oldu elbet ama tüm ülkeye hitabeden bir yayın organında bunlar olmadı. 90’lardaki bir takım girişimler lokalde kaldığı için “bir kesime” ait oldu. Yaklaşık 20 yıldır politik alanın Muhafazakar Müslümanlar tarafından etki altına alınması sonucu durumda büyük değişiklikler oldu. Şimdi ise dini görünümlerin bariz bir şekilde boy saldığını görebiliyoruz. “İlk” kez görünen çok şeyle karşılaşmaya başlıyoruz. Bu bir taraftan birilerini “ilk”lerden dolayı heyecanlandırırken bir taraftan da birilerini tedirgin etmektedir. Müslüman kesimin bir kısmı adına “İlk”lerin görülmesi, devamında gelecek “asıl beklentilerin” şimdilik idare edilecek işaretleri olarak görülmektedir. İlkler arttıkça beklentiler de artıyor.
Her şeye dini figür işlenir oldu. Filmlerde din vurgusu daha çok işlenmeye başladı. Sinemacıların dini ya da din motifli senaryoları piyasada daha fazla tutmaya başladı. “Laiklik” garantisi koruma altında olmasına rağmen laiklerin, laiklik vurgusu yapan sanatçıların artık geçim sorunu bile yaşamaya başlayacak kadar kamusal alandan silinmeye başladığını görüyoruz. Neredeyse her gün Kabe’li selfilerle kamusal alanda boy gösteren gazeteci, sinemacı, futbolcular vs. daha da fazlalaşmakta olduğunu görmekteyiz. Onlar daha fazla hayran kitlesi oluşturmaktadır. Aşk sanatçıları ilahiler söylüyor. Ramazan hatıralarını anlatıyor. Baş ötüsünün her resmi dairede “müsâdeli” olduğunu görüyoruz. İslamî ya da muhafazakar romanlardan filmler yapıldığını görüyoruz.  Örtünme’nin kamusalda yasak olduğu dönemden Muhafazakar Moda defilelerinin düzenlendiği zamanı yaşıyoruz. Kapalı kızların futbol takımı kurup maçlara çıktıklarını görüyoruz.  Ses yarışması özentisinde KUR’AN yarışması düzenlendiğini görüyoruz … vs.  Görebiliyoruz görmesine ama bir taraftan da bir yanılgının içine düşüyoruz. Nedir bu yanılgımız? Şudur;
Yukarılarda (kamusal alanda)dini görünüm anlamında bir zamanlar görülmeyen şeylerin görülmeye başlamasından dolayı çocuksu bir sevinci yaşarken, tabandan yetişen nesillerin duygu ve hislerini asıl mecrasından çıkarmakta ve köklerinden koparıp atmakta olduğumuzun farkına varmıyoruz.
Gazeteci, futbolcu, şov programcıları vs Kabe selfili fotoğraflardan sonra kendi hayatlarıyla ilgili bir değişime gitmiyor. Sadece kendilerini izleyenlerin, takip edenlerin duygularını değiştiriyor yani yeni muhafazakar alana göre güncelliyor kendini. Varlığının devamını sağlıyor böylece. Bir taraftan da muhafazakar alanın değişmesine ön ayak oluyor. Kapanan bir şov programcısının, sinema sanatçısının görüntüsü muhafazakar kesimin kız ve kadınlarının kıyafet idolü ya da görünmek istediği “biçim” haline geliyor.  Değişim muhafazakarlarda oluyor hep.  MUHAFAZA etmekle mükellef muhafazakarlar sonraki nesillerin de değişiminin öncüsü oluyor böylece. Değişim ve değiştirme heyecanı koruyuculuğun önüne geçiyor.
Din vurgulu, şeyhli, pir li filmler yapılıyor ama bu filmlerin hiç birisi kökleriyle buluşturmuyor nesilleri. Sadece artistlerin muhafazakar gündemde varlığı perçinleniyor. Köklerden gelen söylemlerin kamusalda ve resmi alanda “rahatsız edici”, “buyurgan”, “inzar edici” kısımları devre dışı bırakılarak oluşturulan büyük prodüksiyonlar zihinlerde asıl söylemlerinden çıkarılmış bir din sunuyor muhafazakarlara . Humanizmanın dini söylemlere hakim olduğu Hristiyanlık benzeri bir Protestanlaşmayı özümsüyor nesiller. Bunu da müslüman geçmişi anlatan filmlerde, dizilerde yaşıyoruz.
Başörtüsü kamusal alanda serbestleşti ama örtünme imanımız, peygamberin azarını işitecek kadar zedelendi. Giyinik çıplaklığa rağbet oluştu. Gizlemek için “inzal” edilen örtünme en bariz “ifşa” aracına dönüştü.
Son olarak karşımıza gelen Televizyonda KUR’AN YARIŞMASI… Muhalifine benzeyen bir durum. Keler deliğine bile girseler gireceğiz belli ki. Birikimini ve köklerini kuşa çevirerek kamusaldaki varlığını korumayı hedefleyen muhafazakarlık kendi muhalifinin alternatifi olabilmek için kamusalda geçerli olanları “tutulanları” geliştirmek zorunda kalıyor. Uysun ya da uymasın bunu dinileştirerek yapıyor.
İşlerin toplamına baktığımızda kamusal alan ve kamusal alanın asıl etkilediği nesiller dinileşmiyor aksine dini olan köklerini kaybediyor. Şöyle ki; dindarların ya da muhafazakarların diniliği “görünürleştirmek” adına ortaya koydukları şeyler Peygamberden ya da sahabeden bir parçayı, ittibayı ya da ittikayı değil nefislerdeki bir arzuyu, dünyevileşmeyi görünür kılıyor.  Mesela; İlahi söyleyen aşk şarkıcısı İslamileşmiyor aksine onu dinleyen daha bir aşkçı oluyor. Ya da bir zamanlar oruçlu olması bile kamusal alanda infial yaratan futbolcunun Kabe selfili pozları Kabe’yi hayatının merkezine koyacak bir yaşama yöneltmiyor. Kumsaldaki sevgilisiyle fotoğraflarda görünmeye devam ediyor, havuz başı sefasına devam ediyor, aşk kaçamakları devam ediyor, değişiklik sadece onu takip eden gencin duygularında oluyor. Zengin olma ve onun dünyası gibi bir dünyaya sahip olma rüyalarına dalıyor genç. Film artistleri, dizi oyuncuları dini ya da köklerimizdeki bir şahsiyeti temsil eden rolde oynarken o şahsiyete ya da dindarlaşmaya giden bir yola girmiyor; sadece o senaryonun bitimine kadar öyle görünüyor. Özel hayatında sarmaş dolaş biçimde karşımıza çıkabiliyor. Bir değişiklik olmuyor anlayacağımız. Değişiklik onu takip edenlerde oluyor. Özenti başlıyor.
Garip bir durum ki bir ilimizde şehir müzesi açılıyor. Şehir müzesinin girişine o şehirle özdeşleşmiş bir şahsiyetin mumya heykeli yapılıyor. Kök’lerimizdeki bu adamın siması onun hayatının gösterildiği dizideki başrol oyuncusunun siması. Benzetmesi değil, hem de ta kendisi. Satışı daha fazla yapsın daha fazla turist getirsin diye yapılıyor bu. Dönüşüm böyle oluyor işte; geçmişi şimdiyle değiştirmek durumuna düşüyoruz. Köklerimizden gelen bir değişim yaşamıyoruz, köklerimize sızan bir değişimin aracı oluyoruz. Allah rahmet etsin Akif Emre’nin dediği gibi “Yeşilçam, sahte tarih kurgusu ve geçmişe husumetle bakışı yansıtırdı. Tersinden, yanlış tarih kurgusunu muhafazakar diziler gerçekleştiriyor”.
Kamusalda görüntü veren herkesten bir tarz, bir söz, bir bakış açısı, bir model vs. kalıyor muhafazakar zihinlerde. Dindarlık görüntüleri verenler sadece o görüntülerini bırakıp gidiyorlar. Riyakar bir çöplüğe dönüşüyor muhafazakar kamusal alan.
Cahiliye döneminde Mekke’ye hac için gelen her kabile kendi dindarlığının delili olarak Kabe’ye bir put getiriyordu. Peygamber aleyhisselam Mekke’yi feth ettiğinde Kabe’den kırıp çıkardığı put sayısının 360 civarında olduğu söylenir. Görüntü vermek için Kabe’ye birer birer doldurulan putlar gibi Muhafazakarların dünyasına da görüntülerini birer birer diken gidiyor. Görüntüyü veren meşruiyet aracı olarak görüntüyü veriyor görüntüyü alan da tüketmek aynı zamanda tükenmek için o şekille şekilleniyor. Kamusal herkese açık olunca herkes zihnindeki ve kalbindeki hülyasını(putunu) kamusala getirip park  eder hale geldi. Müslüman muhafazakar alanın artık arı-duruluğu kalmadı. Soru işaretleri çoğaldı. Bu durum kamusal alana hakim olan Muhafazakar-Müslümanların var oluş ve hedeflerinin tamamen zıddına bir durumu ortaya çıkardı. Büyük ideallerle çıkılan yolun sonunda kendi gerçekliğiyle karşı karşıya kalan dindarlığa şahit olduk. Şu anda sorgulanan budur. Uyuşması imkansız şeyler nasıl oldu da bir araya geldi? Anlaşması imkansız olan şeyler nasıl oldu da elele hareket eder oldu?
Kamusal alan muhafazakar müslümanın kaybı mı zaferi mi?
Kamusalda zihinleri bütün bu olanlara aşina olan yeni nesillerin gelecek dönemde eleştireceği bir şey kalmayacak. Tıpkı 90’lı yıllardaki başörtüsü davasında hayatını, işini, geleceğini bir çırpıda iten kadınlarımızın ve kızlarımızın ardından gelen “giyinik çıplak” nesil gibi. Peygamberin azarına muhatap olan örtünme ile ilgili olarak “neden eleştiriliyor anlamıyorum” diyor.
Kamusal alan (görünürde olan) esas olarak aklı başında ve fikirleri sabit olan büyükleri değil henüz geleceğe yeni adım atan gençleri sarıp sarmalıyor. Bu yüzden en fazla etkiyi, tahribatı onlar üzerinde yapıyor. Bir kuşak öncesinin ciğerine bir acı olarak saplanan şey, onlarda hiçbir etki bırakmıyor. “Hatta her şey daha iyiye giderken”… deyip bütün bu eleştirileri anlamsız buluyor. Endişe ve tedirginlik sahibi “bir kısım” insanların en büyük endişesi de bu; kendi çocuklarının gelecekte kendi davalarını unutup sahipsiz bırakmasıdır. Zekeriyya aleyhisselam’ı Rabbine yalvartan endişe ve korkuyu yaşatıyor dönem.
Devlet bizim, devlet biziz rahatlığı sahtedir, muhafazakar dindarın “uykusudur”.
İyi şeyleri görmezden gelmiyoruz hatta duacıyız, geleceğe dair ümitlerimiz her geçen gün daha da artıyor Allah’ın izniyle ama “görüntü” hiç de hoş değil. Ümidimiz görünene değil görünmeyenedir.
Ve son olarak “Muhakkak ki Allah bizim ne yapacağımızı görmek istiyor.”
Allah en iyisini bilir.

24 Mart 2017 Cuma

Her Yılanı Yok Edecek Bir Kuş Mutlaka Gelecektir

Kabe’nin yıkılmış duvarı üzerine yerleşip de yeniden imar edilmesine mani olan koca yılanın hikayesini bilir misiniz? Peygamber (as)’ın peygamberliğinden önceki döneme ait olan bir olaydır. Peygamber (as) bu dönemde yaklaşık 35 yaşlarındadır. Hani o müşrik diye bildiğimiz (öyledir de) Mekkeliler bir gün olur Kabe’nin yıkılmış dökülmüş haline son verip yeniden inşa etmek isterler. Niyetleri gerçekten halistir. Cidde tarafında batan bir gemide inşa işine yarayacak malzemeler vardır. Onlar hemen getirilir. Mısırlı bir yapı ustasının gözetiminde inşa işlemi yapılacaktır. Yapılacaktır yapılmasına ama önce Kabe’nin yıkılması gerekmektedir. Fakat kimse cesaret edememektedir. Kabe gibi bir yer yıkılır da O’nun sahibi bedel ödetmez mi? Bu korku ile işin yürümeyeceğini görenler yapmak istedikleri şeyde azimli çıkarlar ve yıkım işlemine karar verirler. Fakat ertesi gün onları bir sürpriz beklemektedir. Kabe’nin duvarına kocaman bir yılan yerleşmiş ve kimseyi de yaklaştırmamaktadır. Yılan günlerce orada durur. En sonunda Makam-ı İbrahim’de tüm samimiyetleriyle Allah’a yönelirler ve derler ki; “Ey bu Kabe’nin sahibi olan Allah! Eğer Beyt'inin (Evinin) yıkılıp yeniden yapılmasına razı isen, onu tamamlattır ve başımıza gelen şu müşkil durumdan bizi kurtar, bu yılanı uzaklaştır.” Kabe’nin sahibi olan Allah duaya icabet eder ve o koca yılanı kaldırıp götürecek daha büyük ve daha güçlü bir kuşu ona musallat eder. O iri kuş pençelerini yılana batırır ve kaldırıp götürür. Rivayete göre az ilerdeki Hacun’a götürür bırakır. Ve müşkil durumdan kurtulurlar. Allah yollarını açmıştır artık. Dualarına icabet edilince Mekkeliler çok sevinirler. Ve Ebu Vehb bin Mahzum ayağa kalkar der ki; "Ey Kureyş cemaatı! Kabe'nin inşaatına, kazancınızın temiz ve helal olmayanını sokmayın! Ona, ne fahişe başlığı, ne faiz parası, ne de herhangi bir kimseden haksız olarak alınmış olan para kabul edilmeyecek!" der. Ve Kabe yeniden inşa edilir. Peygamber (as) da bizzat amcasıyla birlikte taş taşımıştır. Hacerül Esved taşının Peygamber (as) tarafından Kabe’ye konulması olayı da bu yeniden inşa çalışmasında olmuştur. 
Anlattığımız olay sahih mi, değil mi tetkikini yapmayacağız. Olaydan ne istifade ederiz ona bakacağız. Gelelim ne istifade ettiğimize.
Eğer bir şey yapacaksan şunlara mutlaka dikkat etmen gerekiyor;
Gönülden isteyeceksin.
Halis bir niyetin olacak.
Malzemen hazır olacak.
Harcına haram-yalan karıştırmayacaksın.
Gayretli olacaksın.
Allah senin gayretini görecek.
Bazen bir şey yapmak istersin her şeyi tamamlarsın ama yapmak istediğin şey olmaz; bir yerlere, bir şeylere takılır. Bir adım atamazsın. Her şey hazırdır, ortam hazırdır, yapılmak istenen şeyin de zamanı gelmiştir ama oturur kalırsın yerinde. Zira senin yapmak istediğin şeyin olmasını istemeyen güç onun başına oturur ve geleni korkutur. Ümit edersin acaba biraz vakit geçince yapabilir miyim? diye. Fakat o hep aynı yerdedir ve her zamanki haliyle tehlikeli olmaya devam etmektedir. Ne zaman bir gayretle yeniden hareket etsen o hep sana varlığını gösterir. Gücü senden fazladır ve onu korkutamazsın. Her geçen gün ümidin tükenir ama bir taraftan da ondan daha büyük bir gücün gelip onu bulunduğu yerden kaldıracağını da hep ümit edersin. Eğer sen üzerine düşen her şeyi yapmışsan ve aciz durumdaysan Allah’a samimi bir şekilde yöneleceksin. Ve inan bundan sonrası senin ellerinle dokunduğundan daha gerçek şekilde sana dönecektir. Allah’ın bir insanın istek ve talebine nasıl karşılık verdiğine tüm bedenin ve ruhunla şahit olacaksın. Kötü olanın senin çabanla kalktığını göreceksin. Ya da iyi olanı yapmanın erdemiyle hazlanacaksın. Kötülüğün devamını isteyen ya da iyi şeye mani olan etken (ne ise) eğer senden daha güçlü ve yıldırılamaz ise Allah’ın sana ondan daha büyük bir güçle yardım ettiğine şahit olacaksın. Bu senin halis niyetinle başlayacaktır. İyiliklerin başına oturup duran ve engel olan her şey/herkes bir gün karşı koyamayacağı bir pençeyle savrulup gidecektir. Kötülüğün devamına çanak tutan her şey/herkes bir gün halis bir niyete,  samimi bir yakarışa yenik düşecektir.
İçinizdeki, dünyanızdaki bir kötülüğü kaldırmak istediğinizde bile karşınıza koca bir engel çıkar. Nefsiniz aciz kalır. İyi bir şey yapmak için niyetlenirsiniz, gayretlenirsiniz ama karşınıza koca bir mani çıkar. İşte o zaman şunu unutmayın ki iyiliği kötülüğe galip kılacak bir güç sizin gayretinizdeki samimiyeti görmek için beklemektedir. Onu gördüğünde size her iyi işinizde yardımını ya da yardımcılarını gönderecektir.  Vesselam…

24 Şubat 2017 Cuma

BAZEN BAŞA DÖNMEK GEREKİYOR

Bazen başa dönmek gerekiyor.
Bazen başa dönmek geçmişe takılıp kalmak değildir.
Bazen başa dönmek geleceğe yol alırken yanındaki en büyük eksiği tamamlamandır.
Bazen unuttuğun, gafil kaldığın şeyi hatırlamandır.
Ve bazen de başına gelenlerden kurtulmanın şartıdır.
                                 *                                     *                                        *
Huzurlu ve olayların soruna dönüşmediği, meselelerin sulh ile halledildiği, kendilerini emniyete alan yaşama biçimleriyle hayatı devam ettiren bir mahalle varmış. Yıllarca böyle yaşamışlar gitmişler. Sonra gelen nesil önceki nesil kadar basiretli, kararlı değil aksine içinde yaşadıkları huzurlu ortamın verdiği rahatlıkla keyif ehliymiş. Bir gün bir tavuk çalınır. Mahalle sakini bir adamın oğlu babasına gelir “baba komşunun tavuğu çalınmış haberin var mı?” der. Babası sıkıntılanır, yaşlanmıştır ve kendisi gitmekten acizdir “oğlum gidin hemen o tavuğu çalanı bulup getirin” der. Oğlu “baba bırak Allah Aşkına! giden bir tavuk, bir tavuğun peşine mi düşeceğiz şimdi?” der. Gitmez. Aradan biraz zaman geçer tam tavuğun çalınması olayı unutuldu derken mahallede birinin evine hırsız girer. Oğlan babasına koşarak gelir “baba komşunun evine hırsız girmiş haberin var mı?” der. Babası “oğlum gidin hemen o tavuğu çalanı bulup getirin” der. Oğlu biraz alaycı “baba dalga mı geçiyorsun, hırsızla tavuğun ne alakası var şimdi” der. Hiçbir şey yapmaz. Mahalleden de pek bir tepki çıkmaz. Aradan biraz zaman geçer oğlu koşarak gelir “baba baba! Mahalleden birini öldürmüşler hem de evinde, haberin var mı?!” diye. Oğul korkmuş, endişelenmiş vaziyettedir. Mahalleli başlarına gelmeyen şeylerin uğursuzluğunu yaşamaktadır. Herkes çaresizdir. Mahallede huzur artık kalmamıştır. Babası artık öfkelenmiştir ve bağırır “gidin hemen o tavuğu çalanı bulup getirin” der. Bu sefer oğlu da karşılığında bağırır “ baba sen ne diyorsun yahu, adam öldürülmüş hem de evinde diyorum sen halen tavuğun derdindesin” der.  Babası İyice sinirlenir ve azarlar oğlunu “dün laf dinlemedin bari bu gün dinle. O gün tavuğu çalanları bulup getirseydiniz bu gün bunlar yaşanmayacaktı. Şimdi gidin ve o tavuğu çalanları bulun” 
Hikaye böyle.
Her zaman küçücük bir boşluk koca bir sorunu beraberinde getirir.  Küçücük bir şeye verilen ehemmiyetin büyüklüğü koca koca şeyler için ne kadar azimli olunacağını gösterir.
Bu hikayede öne çıkan iki gaye var;
Birincisi; emniyet ve güven en küçük şeylerden kaybolmaya başlar en büyüğüyle başına bela olur.
İkincisi; en küçük bir sapma anında müdahalede bulunursan daha büyük bedeller ödetecek yoldan çıkmışlıkların önüne geçersin.
Gerçek olay ise Yakup aleyhisselam’ın çocukları ile ilgili olaydır. Yakup aleyhisselam Yusuf’u kaybetmiştir bu acıyla perişan olmuştur. Ardından ilerlemiş yaşında bir de Bünyamin’inden olur. Abileri Bünyamin’i Mısır melikine bırakmak zorunda kalırlar. Bu sefer gerçekten masumdurlar. Yusuf aleyhisselam’ın kendini belli etmeden kurduğu planla anne bir kardeşi Bünyamin’i Mısır’da alıkoymasına gerekçe olmuştur. Abileri Bünyaminsiz şekilde babalarının yanına dönünce Yakup’a masum olduklarını anlatırlar, kervan duruma şahittir ama bir türlü babalarının hüznüne mani olamazlar. Orada şunu der Yakup; “gidin Yusuf’umu bulun, gidin Bünyamin’imi getirin bana” Çocukları derler ki; “baba Yusuf gideli yıllar oldu unut artık. Hala Yusuf’um Yusuf’um diyorsun. Andolsun böyle giderse Yusuf’a ağlamaktan gözlerin kör olacak” Yakup ısrarcıdır “gidin Yusuf’umu bulun” ve “ Bünyamin’imi getirin”.
Evlatları babalarının Yusuf’a olan duruşuna şaşkındırlar. Bünyamin Mısır Melik’inin elinde kalmış ama babaları hala Yusuf’um! Diyor. Yusuf’u bulup getirmenin Bünyamin’e ne faydası olacak diye düşünürler. Ama O peygamber diyordu ki evlatlarına; “yavrularım, muhakkak ki ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim”.
Ve gerçekten öyle de oldu. Yusuf’u bulduklarında Bünyamin’e kavuştular.  
Burada öne çıkan iki önemli gerçek var
Birincisi; İlkin kaybettiğin şeyin ardına düştüğünde verdiğin tepki nasılsa sonrasında kaybettiklerine verdiğin tepki de aynı olur. İlkindeki gevşeklik sonrakini de savsaklattırır. İlkindeki ciddiyet sonrasındakinin elinden gitmesine engel olabilir.
İkincisi; En önemli şey önemini yitirmişse onu yine önceden olduğu gibi öncelik haline getirmek gerekir ki elinden gidenlere gereken tepkiyi verebilesin.
              *                                     *                                     *
Velhasıl bazen başa dönmek gerekir.
Bazen başa dönmek o kabusu yeniden yaşamak değildir.
Kaybettiklerimizi görebilmek için,
Nelere ne için maruz kaldığımızı görebilmek için,
Ne söyleyip ne yaptığımızı görmek için,
Olduğumuzu zannettiğimiz yer ile durduğumuz yer arasındaki farkı görebilmek için,
Bazen başa dönmek gerekir.
Bulunduğumuz halden kurtulmak için,
Ve düştüğün yerden kalkmak için,
Yerde süründüren günahların ilkinin çölmesinden kurtulmak için,
Allah’ın bize öğrettiği gibi; Adam olabilmeyi Adem’e dönmeyi gerekçe gösterdiği için.
Masumiyetimizi yitirdiğimiz ilk yere ilk şeye dönmek gerekiyor.
Evet.
Bazen başa dönmek gerekiyor.

30 Ocak 2017 Pazartesi

GİZLİYORUZ

                                                  “Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. 
                                                   Öyle ise (siz de) onu düşman edinin” Fatır: 6
                                                   "Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve yandaşları
                                                   sizi görürler. Araf:27
Gizliyoruz.
Hem de kendi ellerimizle gizliyoruz.
Yaşama biçimimizde, alışkanlıklarımızda, "Hobi"lerimizde, gördüklerimizde ve görmeyi arzuladıklarımızda, işittiklerimizde ve işitmek istediklerimizde gizliyoruz.
Umursamazlığımızda, görmezden gelişimizde, idare edip de müdahale etmediğimiz kötülüklerde gizliyoruz.
Para kazanma biçiminde, borçlara karşı kayıtsızlığımızda, sarmaşık gibi sarılıp kaldığımız dünyaya ait emellerimizde gizliyoruz.
Gizlideki halimizle, cep telefonunda, internette ve televizyonda izlediklerimizde gizliyoruz.
Heva ve hevesimizi doyurduğu için müptela olduğumuz bağımlılıklarımızda gizliyoruz.
Allah O’nu olanca sıfatlarıyla tanıtıp “açık” etmesine rağmen gizliyoruz.
Hiçbir şeyi tanımlamadığı kadar onu tanımlamasına rağmen gizliyoruz.
Ne bir ibadeti, ne bir haramı, ne bir helali…
Hiç birini anlatmadı Allah O’nu anlattığı kadar.
Hiçbir tehlikeden sakındırmadı ondan sakındırdığı kadar.
Hiçbir şeye karşı kollamadı kulunu ona karşı kolladığı kadar.
Ama biz gizlemeye devam ediyoruz onu.
Toplumsal kuramlarımızda gizliyoruz.
Psikanalist açıklamalarımızda gizliyoruz.
Ekonomik terimlerimizin içinde gizliyoruz.
Kültür ve sanat diye tanımladığımız şeylerde gizliyoruz.
Haydi kendimizi bir toparlayalım dendiğinde “ne var ki halimizde?” dercesine kulak asmıyoruz. O’nun, Peygamber gönderilmiş kavimlerde olduğu gibi yaşamlarımızın ardına gizlenmiş olduğunu göremiyoruz. Bunun içindir ki "toparlanma", "kendine gelme", "yeniden iman etme" gibi çağrılar pek karşılık bulmuyor. 
Tüm geçirilen cinnetlere, kan dökücülüğe rağmen gizliyoruz.
Tüm hırsızlıklara, ahlaksızlıklara, rağmen gizliyoruz.
Sarhoş kusmuklarına, zinakar-fahişeliklere rağmen gizliyoruz.
Bir toplumu yıkacak tüm haysiyetsizliklere şahit olmamıza rağmen gizliyoruz.
Evet gizliyoruz.
O’nu gizliyoruz.
ŞEYTAN’ı gizliyoruz.
Farkında olarak ya da olmayarak kendi yaşamlarımızda ve toplumsal yaşamımızda gizliyoruz.
Adını hiçbir gazete sayfasında göremiyoruz. Adını hiçbir spikerin ağzından duyamıyoruz. Adını hiçbir sanatçının eserinde göremiyoruz. Adını hiçbir ekonomistin grafiğinde göremiyoruz. Adını hiçbir psikoloğun psikanalist değerlendirmesinde hissetmiyoruz. Adını hiçbir sosyoloğun toplum analizinde görmüyoruz edemiyoruz. Adını hiçbir siyasetçinin ağzından duymuyoruz.
Neden?
Çünkü “Kamusal Alan”
Kamusal alan içinde onu asla bulamazsınız bile.
Çünkü kullandığımız kavramlarımızda gizliyoruz.
Hiçbir toplumsal sorunumuzu konuşurken ondan bahsedilmiyor.
Hiçbir savaşımızın adını koyarken ondan bahsedilmiyor.
Hiçbir alışkanlığımız ve geleneğimiz irdelenirken onun etkisinden bahsedilmiyor.
Tüm psikologlarımızın, tüm pedagoglarımızın, tüm sosyologlarımızın davranış biçimlerimiz ve toplumsal yönelişlerimiz ile ilgili sorun tespitlerinde onun adı geçmiyor.
Buhranla alev alev yanıyoruz ama bu buhranı başımıza saran asıl müsebbip olarak ondan hiç bahsedilmiyor.
Yok. Yok. Yok…
Hiçbir yerde yok.
Çocuklarımız artık onun adını duymadan büyüyor. Adını duymadığı düşmanıyla büyüyor. Hiç tanımadığı ve tanıyamadığı bunun için de önlem alamadığı düşmanıyla büyüyor. Tüm sorunlarda ilk bakması gerekirken kendisinden haberdar olmadığı için gündemine bile girmeyen düşmanıyla büyüyor. Etkilerinin ne olduğunu bilmeden, elinin nerelere kadar uzandığından haberdar olmadan, Fısıltısının neleri yerinden oynattığına vakıf olamadan büyüyor çocuklarımız.
Kavramlarımızla, tanımlamalarımızla onu öyle bir gizliyoruz ki farkına bile varamıyoruz. Müslümana ait sorunları gavurun kavramlarıyla çözmeye kalkışıyoruz. Her yerde sorun var ama tüm çözümler onu ortaya çıkarmaktan aciz kalıyor. Çözümü getiriyorsun ama daha büyük bir sarmalın içine giriyorsun. Çünkü onu sorunların başına almadıktan sonra müslümana dair hiçbir sorun çözüme kavuşmayacaktır. Müslümana düşman olan şeyleri ve kişileri basiretsizliğimiz yüzünden fark edemiyoruz. Geleneğimizi, geleceğimizi nasıl kurduğumuza bakarken bile içine döşenmiş tuzakları göremiyoruz.
Düzelmemiz ancak onu ortaya çıkarmak ve ona düşman olmamızla gerçekleşir. Ucu kendimize dokunacağını bile bile bunu yapmamız gerekiyor.
Suçlu bu deyip ona düşman olmamız gerekiyor sadece suçunu ortaya çıkarmak işe yaramıyor. Ona düşman olmak gerekiyor. Düşmanımızı tanımakta ne kadar gecikirsek o kadar zarar göreceğiz, o kadar buhran içinde kalacağız. Hem toplum hem ev olarak fark etmez; düşmanımızı tanımlayıp ondan sakınmadıkça hiçbir çözüm önerisiyle huzura ulaşamayacağız.
Sahi bu şeytan nerede?
Gavurun toprağındaysa bizim toprağımızda olanlar nedir?
Evlerimizde yaşadığımız geçimsizliklerimizin müsebbibi kim?
Hayvanlardan da daha aşağılık şekilde uluorta şehvet patlamalarının kışkırtıcısı kim?
Anne babaların önünden çocukları boyunlarından yakalayıp köle gibi istediği ortama sürükleyip götüren kim?
Ölümlerin belki hiç bu kadar haysiyetsiz ve basit olmadığı dönemi yaşarken şeytan bu kanların neresinde?
Acısı olanı acısıyla baş başa bırakan bu düzen kimin işine yarıyor?
Her şeyin arkasında o var.
Ekinlerin ve neslillerin telef olmasının arkasında o var.
Yani ŞEYTAN.
Yani Allah’ın düşmanı.
Yani kulların düşmanı.
Bu bizim ilk adımımız olmalı. Onu fark etmek ilk vazifemiz olmalı.
Farkına varıp onu “ifşa” etmeliyiz. Hepimiz başkasından önce kendimizde başlamalıyız buna. Sonra evlerimizde. Sonra, sonra, sonra…
O saklanmışsa biz onu çıkarıp getirmeliyiz ortaya. 
Kendini saklamaktaki bunca hüner ve başarısına rağmen onu bulup getirmeliyiz.  
Ve hesaplaşmalıyız önce kendimizle.
Zira “Bizim onları göremediğimiz yerden onlar bizi görmekteler”. 

10 Ocak 2017 Salı

Bedelini Ödemediğimiz Şey Bizim Değildir

  Bedavacılık, bedel ödenmeyen şeyi sahiplenmek...
  Belki de taa başa dönmek lazım. "Ehliyetsiz insanlar..." diyerek başladığımız tüm yorumlardan önce sanki çocukluğumuzun ya da çocuklarımızın ilk yıllarına dönmek lazım. Sonra da çocuklarımızla ilgili tarzımıza gitmek lazım. Mesela; çocuğumuza aldığımız dondurmadan bedava çıkınca dondurmanın çubuğunu çocuğumuzun önünde kırıp, arada sırada aldığımız bir cips paketinden “bedava içecek” çıktığında o kağıdı alıp çocuğumuzun önünde yırtıp atmadıkça evet onların çok ağlayacaklarını bile bile kırmadıkça-yırtmadıkça “bedavacılığa” giden yolları tıkamadıkça neslimizin gelecekte hak etmediği şeylere ve yerlere sahip olma hırslarının önüne geçmemizin zor olacağını bilmeliyiz. Benzer ve basit uygulamalarla belki 20 yıl sonra karşımıza gelecek daha ağır şartları oluşturan davranışların önüne geçebiliriz. Bedeli gelecekte daha ağır olacak “Bedavacılık” sorununu işin başında daha basit tedbirlerle çözmek daha hayırlı değil mi? Tedbiri almak gerekiyor zira "bedavası" metanın kendisininden daha kıymetli hale geliyor.
  Nem'in yıktığı duvar yıllar öncesinden başlayan küçük, önemsiz, önüne geçilmeyen  su sızıntılarının ödettiği bedeldir.
  “Yavrum biz müslümanız, bedelsiz her şey bizim onurumuzu zedeler", "bedelini ödemediğimiz şey bizim olamaz” diye bedavacılıktan uzaklaştırarak çocuğumuzu eğitmeye başlamadıkça, onun 15 yaşından sonra gözünü, emek çekmediği, bedelini ödemediği şeylere dikmesinin önüne geçmekte sorunlar yaşayabiliriz maazallah. O vakitten sonra hep “bonuslar” bekler hayattan. Yaptıklarının karşılığından daha fazlasını bekler. Belki de sürekli başkalarından beklenti içine girecek. Kim bilir belki de ar damarı "yırtılacak". Sonunda hak etmediği şeylerin sahibi olacak ya da sahip olmak isteyecek.
  Bir şekilde çocukluktan başlamak lazım ama yöntemi ve şartları anne-baba belirleyecek. Çocuğunun durumuna göre, kendilerinin durumuna göre, aile eşrafına göre vs.
  Kişinin zihni bedavacılığı sevip kalp de bunu onaylarsa bu durum alışkanlık haline dönüşecek. Sonra hak etmediği vasıflarla muamele edilmek, hatta övülmek isteyecek. Bedelini ödemediği vasıflarla anılmak isteyecek. Cips paketinden çıkan bedava içecek gibi hemen sahiplenecek onu.
Kedi olmadan fare tutmaya çalışacak.
Azıcık üfleyip kasırga etkisi bekleyecek.
Sonra da tek tek;
  Ter dökmediği işin “ustası”,
  Emek çekmediği paranın “zengini”,
  Hak etmediği ihalenin “kazananı”,
  Çalışmadığı dersin “geçeni”,
  Gönülden sevip-saymadığı kadınının “itibarlı beyi”,
  Uğruna yorgunluklar yaşamadığı evlatların “otoriter atası”
  Hayattayken kapısını çalmadığı ölünün “varisi”,
  Gütmeyi bilmediği sürünün “çobanı”,
  Ruhundan habersiz olduğu toplumunun “kurtarıcısı”,
  Kaçtığı savaşın “muzafferi”
  Gitmediği caminin "cemaati",
  Ömrünü infak etmediği ilmin “alimi”,
  Okumadığı kitabın “fakihi”,
  İtaat etmediği Allah’ın “kulu”,
  Tabi olmadığı peygamberin “ümmeti”,
  Etmediği duanın “bekleyeni”
  OLACAK.
  Olacak. Hepsi olacak. 
  Sonra biz onlarca kitap okuyarak, yorumlar yaparak; İşlerin kendisine bırakıldığı ehliyetsiz “kıyamet alametleri” nin kimler olduğunu tartışıp duracağız.