Bazen…
Savaştığın ya da savaşıp yok edeceğini söylediğin
şey hiç farkında olmadan dilinde bir nakarata dönüşebiliyor; hem de içinde
büyük hayaller ve beklentilerin olduğu bir nakarata.
Gözüne perde çekilmişse yani olayları anlayacak
zihni çaban, gidişatı görecek ferasetin ve olayların arkasında olan şeyleri
fark edebilecek basiretin yoksa düşmanının seni yok etme üzerine kurulu
nakaratını büyük bir arzuyla tekrar edip durur hale gelirsin. Bununla da mutlu olursun.
Nakaratı her tekrar edişinde dertlerinden sıyrılmış
gibi, arzuladığın güzelliklere kavuşmuş gibi rahatlarsın. Belki onun kadar
hiçbir şey mutluluk vermez sana.
Gönlüne çekilen cila, hayallerine sunulan bahar,
geleceğine olan umut seni yok etmenin yeminidir aslında. Ama sen bunu fark
etmezsin.
Bazen…
İnsan, sonunda hüsrana uğratacak şeyin nakaratına
kaptırır kendini.
Sen onunla geleceğinde güzel günler hayal ederken o
seni kötü bir akıbete çeker. Sen ona
yüceltecek karşılıklar verirken o seni basalayıp geçeceği oyunlarını
kurar.
Hangi şeyi mırıldandığınıza, hangi şeyi
dillendirdiğinize dikkat etmek gerekiyor.
Çünkü bazen nakaratlar felaketi getirir.
Çünkü bazen senin dinlediğin ile karşıdakinin
söylediği aynı şey değildir. Sen farklı anlarsın o senin anladığının tam da
zıddını kasteder.
Çünkü bazen kötü bir şekilde kanar ve
kandırılırsın.
Çünkü bazen, açığa çıktığında en utanç verici şeye
gönül verdiğini fark edersin. Hem kendine hem etrafına en büyük zararı olacak
şeyin peşinde koştuğunu fark edersin. İşte o an yerin dibine girmek her şeyden
daha sevimli gelir sana.
Ömer Seyfettin’in “Nakarat” isimli hikayesi bu
utancın çok güzel anlatımıdır. Ömer Seyfettin
Bulgaristan’a görevlendirilmiş bir Zabitın
hikayesini anlatır; Bulgaristan’ın Pirbeliçe kasabasına Çetecilerle mücadele
etmesi için görevlendirilen genç bir Zabitın hikayesini. Genç Zabit kasabada
sahibi Bulgar olan bir dükkanın üst tarafındaki çok da iyi olmayan bir eve
yerleşir.
İstanbul hep aklındadır. Uzun zamandır görmediği
annesini ve İstanbul’u çok özler. İstanbul onun dönebilme hayalini kurduğu bir
yerdir. Annesinden ve çok sevdiği İstanbul’undan uzak kaldığından beri bu özlem
ve hislerle oyalanıp günlerini geçirmiştir.
Zabit’in kaldığı yer çok bakımsız bir yerdir. Odanın
birinde bulunan ahşap kısımda daha önce kalanların yazdıkları hatıraları
vardır. Belli ki kendinden önce de burada çok Osmanlı Zabit’i kalmıştı. Tek tek
okur onları. Hepsinde ayrı bir özlem ayrı bir dünya vardır. Zabit, ertesi gün
kaldığı yerin penceresinden bir ses işitir. Pencereden baktığında genç bir
kızın şarkı söylediğini görür. Hoşuna gider nağmeleri. Fakat kızın ne
söylediğini anlamamaktadır. Çünkü kız Bulgar’dır. Zabit bu şarkıyı her gün
dinler. Kızın endamı, sesi onu mest eder. Zamanla kıza aşık olur. Söylediği
şarkının nakaratlarını daha bir beğenir, nakarattan daha bir hoşlanır. Naş, naş
Çarıgırat Naş… Kız bu nakaratlara
geldiğinde nedense daha bir heyecanlı daha bir güzel söyler şarkıyı. Kim bilir
ne demekti bu “Çarıgırat naş”. Kızın o çekici tavırları ve güzel sesiyle
gözlerine bakarak söylediği şarkıdan ve nakarattan kendi içindeki duygularına
karşılık verdiğini zannedip nakaratlara eşlik etmeye de başlar. Bu kadar
heyecanlı ve gözlerine bakarak söylediğine göre herhalde “seni seviyorum”
diyordu. Hatta bir gün sevdiği kıza jest
yapar, pencereden seslenir; “naş naş Çarıgırat naş…!” Taraçaya çıkan kız buna
şaşıp kalır ve daha bir heyecanla ona karşılık verir. Daha bir kıvrak ve
mutlulukla oynar, nakaratı daha güçlü söylemeye başlar.
Genç Zabit dışarı çıkıp çetecilerle ilgili malumat
toparlaması gerekirken artık evden hiç çıkmaz olur. Tek amacı hayatına heyecan
katan bu güzel kızı her gün görebilmektir. O kız da her gün oraya çıkar
şarkısını söyler Zabit de onu izler anlamını bilmediği ama çok hoşlandığı
nakaratlarına eşlik eder. Bir gün görev yerinin değiştiğini ve Manastır’a
gideceğini öğrenir. Artık buradaki askerlik görevi sona ermiştir. Bu durum onu
çok üzer. Sevdiği kızdan ayrılacak olmanın hüznü sarar. Veda günü gelmiştir
artık. Önceden o odada kalanlar gibi ahşap kısım üzerine bir anı bırakmak
ister. Kıza olan aşkını hatırlatacak o çok sevdiği nakaratları kazır ahşap
üzerine. Ona aşkını da söyleyip
gidecektir ama kız görünürde yoktur. Pencereden defalarca nakaratı tekrar eder
lakin durum değişmez. Kız ne ses verir ne taraçaya çıkar. Zabit bu durumu çok
merak eder. Dükkan sahibine sorar o da
onların taşınıp başka bir memlekete gittiğini fakat nereye gittiklerini
bilmediğini söyler. Türk Zabit’in
aklında bir şey kalmıştır; acaba o kız nakaratta ne söylüyordu. Nakaratı tekrar eder ve dükkan sahibine sorar, o da “yok beyim olur
mu hiç öyle şey” der. Zabit şaşırır “ne demek bu?”. Dükkan sahibi “aman efendim
bizim burada böyle bir namussuzluk yapacak kimse olmaz” der. Zabit iyice şaşırır.
Herhalde müstehcen bir şey bu diye düşünür. “Ne diyorsun sen ne namussuzluğu?
Ne demek bu söylesene” der. Dükkan sahibi zorla konuşur; “Bizim olacak, bizim
olacak!”. Zabit “nedir o bizim olacak olan?” der. “Çarıgırat bizim olacak!”.
Söylesene adam “Çarıgırat ne demek”. “İstanbul” demek efendim. Zabit duydukları
karşısında beyninden vurulmuşa döner. Nakaratın anlamı ortaya çıkmıştır.
“Bizim olacak, bizim olacak!
İstanbul bizim olacak!”
Ve öğrenir ki kızın babası,
Osmanlı askerleriyle ormanda çatışmada öldürülen Bulgar bir çete reisinin
kızıdır. Türk Zabit tümden yıkılmıştır. Çünkü o, kıza bakarken ne düşünüyordu
kız ona bakarken neler söylüyormuş. Kızın güzelliğine, endamına kapıldığından
dolayı gerçeği görememişti. Ettiği küfürleri tatlı bir aşk şarkısı zannedip ona
eşlik etmişti. Taraçadan koca bir millete küfürler yağdırmıştı da bunu fark
edememişti. Bütün bunlara seve seve de eşlik etmişti. Kapıldığı cazibe ona
düştüğü zaafı fark ettirmemişti.
Asker...
Vatanı korumakla memur...
İsyancı ve düşmana karşı her an tetikte olması
gereken bir kişi…
Tüm bunlara karşı gözü açık olması gerekirken bir
görevliyken arzularına gem vuramadığı için İstanbul’a göz diken düşmanlarının
nakaratına vurulan bir ahmağa dönüşüvermişti.
Ne büyük bir utançtı bu.
Evet bazen…
Gözlerine ve gönlüne inen perde seni aptal aşık
durumuna düşürür. Sen bunu fark ettiğinde yapacağın hamleyi yapamaz, söylemen
gerekeni söyleyemez hale gelirsin. Düştüğün zillet seni sükûtu hayale uğratır.
O vakitten sonra kendine bile itibarın kalmaz artık. Seni bu duruma düşüren
şeyin kendi eksikliğinden mi yoksa karşıdakinin zekiliğinden mi kaynaklandığını
düşünmekten kendini yer bitirirsin. Kandırılmış olmanın öfkesi ile kanmanın
saflığı arasında dövünür durursun. Utançtan yok olmayı arzu edersin.
Nakaratı tekrar ettiren kızın, çeteci babasının
kendi davasında öldüğünü hatırlayıp kendisinin ise ne büyük bir acziyet ve
aptallığın içine düştüğünü fark eden Türk Zabit gibi zilletin dibine düşersin.
Kandırılmanın da kanmanın da aslında bir boşluk
içinde olmandan kaynaklandığını anlarsın. Hayata kendini öylece teslim
edivermenin acı bedelini ödersin.
Nakaratları tekrar etmek masumiyetten mi
kaynaklanır yoksa körlükten mi? Çoğu kez masumiyetten kaynaklandığı ile
açıklansa da sinsi ve yıkıcı etkileri olduğunu görülemediği ve bir türlü ikna
olunmadığı için körlükten kaynaklandığı kesinleşir.
İnsan neye yönelmişse onu görür. Bir nakaratta bin
güzellik bulursun ama başkası o nakaratta binlerce tezgahın, ayak oyununun
kirli emellerin taşlarını döşer. Baktığın yer kadar gördüğün şey de önemlidir.
Baktığın şeyde Türk Zabit’i gibi arzu ve ihtirası görürsen tezgahı fark
edemezsin. Seni sen yapan da görebildiklerinden ibarettir. Fark edemiyorsan
nakaratların sonunda gelecek olan acının dünyanı mahfetmesine de mani olamayacaksın
seni bir hiç haline dönüştürmesine de. Gördüğün/fark ettiğin kadar olayları
çözebilir; göremediğin/fark edemediğin kadar düğümlenir kalırsın.
Nakaratların olduğu dünyada kalbinde ve hayatında
korunması gereken şeylerin de olduğunu bilmelisin. Dilimize düşmüş ve çokça
kullandığımız nakaratlarımızın ardını aralayıp bakmak zorundayız.
Nakaratlar bizi özendiğimiz, arzuladığımız şeye
götürür. Nakaratlarımız bizi teslim almış şeylerdir ya da teslim olduğumuz
şeylerdir. Önemli olan nakaratların ardından gelecek olanı görebilmektir.
Bazen…
Korumak ve kollamakla mükellef olduğumuz şeylere
karşı vazifemizi yerine getirdiğimizi zannettiğimiz zamanlarda, korumakla
mükellef olduğumuz şeyi kişisel arzularımız ve basiretsizliğimiz nedeniyle
karşıya altın tepside sunarız.
Toplumsal dönüşümlerin yaşandığı ve bireylerin bu
dönüşümlerden etkilendiği her dönemde bu sorunlar ciddi oranda yaşanmıştır. Her
dönüşüm çağında da sorun olarak karşımıza gelecektir.
Etkisi altına girdiğimiz her söylem bir nakarattır.
Uğruna çok şeyi yıkmayı göze alarak getirmek
istediğimiz değişiklikler bir nakarattır.
Özgürlük arzusu bir nakarattır.
Eşitlik söylemi bir nakarattır.
Hürriyet arzusu bir nakarattır.
Aile anlayışı bir nakarattır.
Nesil yetiştirme tarzı bir nakarattır.
Namus anlayışı bir nakarattır.
Yaşamımız boyunca yüzlerce nakaratı tekrar eder
dururuz. Önemli olan bu nakaratın kimden ve nasıl geldiğidir.
Sonu bize ve toplumumuza hüsranı getirecek
nakaratların ardında olanı görememek aptal aşık gibi yıkıma ve zillete düşürecektir.
Bizi o nakaratların sahiplerine hazır askerlere dönüştürecektir.
Toplum ve insan adına tekrar edip durduğumuz
nakaratlar Türk Zabit gibi bizi hüsrana uğratabilir. İstanbul’a özlem duyup onu
korumaya yemin etmişken İstanbul’a göz dikenlerin nakaratını tekrar edip
durduğumuzu nice zaman sonra anlayabiliriz.
Gözümüze baka baka koca bir millete ve geçmişine küfredilir de bunu tatlı bir aşk şarkısı gibi dinleriz.