30 Mart 2021 Salı

NAKARAT

     Bazen…

Savaştığın ya da savaşıp yok edeceğini söylediğin şey hiç farkında olmadan dilinde bir nakarata dönüşebiliyor; hem de içinde büyük hayaller ve beklentilerin olduğu bir nakarata.

Gözüne perde çekilmişse yani olayları anlayacak zihni çaban, gidişatı görecek ferasetin ve olayların arkasında olan şeyleri fark edebilecek basiretin yoksa düşmanının seni yok etme üzerine kurulu nakaratını büyük bir arzuyla tekrar edip durur hale gelirsin.  Bununla da mutlu olursun.

Nakaratı her tekrar edişinde dertlerinden sıyrılmış gibi, arzuladığın güzelliklere kavuşmuş gibi rahatlarsın. Belki onun kadar hiçbir şey mutluluk vermez sana.

Gönlüne çekilen cila, hayallerine sunulan bahar, geleceğine olan umut seni yok etmenin yeminidir aslında. Ama sen bunu fark etmezsin.

Bazen…

İnsan, sonunda hüsrana uğratacak şeyin nakaratına kaptırır kendini.

Sen onunla geleceğinde güzel günler hayal ederken o seni kötü bir akıbete çeker. Sen ona  yüceltecek karşılıklar verirken o seni basalayıp geçeceği oyunlarını kurar.

Hangi şeyi mırıldandığınıza, hangi şeyi dillendirdiğinize dikkat etmek gerekiyor.

Çünkü bazen nakaratlar felaketi getirir.

Çünkü bazen senin dinlediğin ile karşıdakinin söylediği aynı şey değildir. Sen farklı anlarsın o senin anladığının tam da zıddını kasteder.

Çünkü bazen kötü bir şekilde kanar ve kandırılırsın.

Çünkü bazen, açığa çıktığında en utanç verici şeye gönül verdiğini fark edersin. Hem kendine hem etrafına en büyük zararı olacak şeyin peşinde koştuğunu fark edersin. İşte o an yerin dibine girmek her şeyden daha sevimli gelir sana.

Ömer Seyfettin’in “Nakarat” isimli hikayesi bu utancın çok güzel anlatımıdır. Ömer Seyfettin

Bulgaristan’a görevlendirilmiş bir Zabitın hikayesini anlatır; Bulgaristan’ın Pirbeliçe kasabasına Çetecilerle mücadele etmesi için görevlendirilen genç bir Zabitın hikayesini. Genç Zabit kasabada sahibi Bulgar olan bir dükkanın üst tarafındaki çok da iyi olmayan bir eve yerleşir.

İstanbul hep aklındadır. Uzun zamandır görmediği annesini ve İstanbul’u çok özler. İstanbul onun dönebilme hayalini kurduğu bir yerdir. Annesinden ve çok sevdiği İstanbul’undan uzak kaldığından beri bu özlem ve hislerle oyalanıp günlerini geçirmiştir.

Zabit’in kaldığı yer çok bakımsız bir yerdir. Odanın birinde bulunan ahşap kısımda daha önce kalanların yazdıkları hatıraları vardır. Belli ki kendinden önce de burada çok Osmanlı Zabit’i kalmıştı. Tek tek okur onları. Hepsinde ayrı bir özlem ayrı bir dünya vardır. Zabit, ertesi gün kaldığı yerin penceresinden bir ses işitir. Pencereden baktığında genç bir kızın şarkı söylediğini görür. Hoşuna gider nağmeleri. Fakat kızın ne söylediğini anlamamaktadır. Çünkü kız Bulgar’dır. Zabit bu şarkıyı her gün dinler. Kızın endamı, sesi onu mest eder. Zamanla kıza aşık olur. Söylediği şarkının nakaratlarını daha bir beğenir, nakarattan daha bir hoşlanır. Naş, naş Çarıgırat Naş…  Kız bu nakaratlara geldiğinde nedense daha bir heyecanlı daha bir güzel söyler şarkıyı. Kim bilir ne demekti bu “Çarıgırat naş”. Kızın o çekici tavırları ve güzel sesiyle gözlerine bakarak söylediği şarkıdan ve nakarattan kendi içindeki duygularına karşılık verdiğini zannedip nakaratlara eşlik etmeye de başlar. Bu kadar heyecanlı ve gözlerine bakarak söylediğine göre herhalde “seni seviyorum” diyordu. Hatta bir gün  sevdiği kıza jest yapar, pencereden seslenir; “naş naş Çarıgırat naş…!” Taraçaya çıkan kız buna şaşıp kalır ve daha bir heyecanla ona karşılık verir. Daha bir kıvrak ve mutlulukla oynar, nakaratı daha güçlü söylemeye başlar.

Genç Zabit dışarı çıkıp çetecilerle ilgili malumat toparlaması gerekirken artık evden hiç çıkmaz olur. Tek amacı hayatına heyecan katan bu güzel kızı her gün görebilmektir. O kız da her gün oraya çıkar şarkısını söyler Zabit de onu izler anlamını bilmediği ama çok hoşlandığı nakaratlarına eşlik eder. Bir gün görev yerinin değiştiğini ve Manastır’a gideceğini öğrenir. Artık buradaki askerlik görevi sona ermiştir. Bu durum onu çok üzer. Sevdiği kızdan ayrılacak olmanın hüznü sarar. Veda günü gelmiştir artık. Önceden o odada kalanlar gibi ahşap kısım üzerine bir anı bırakmak ister. Kıza olan aşkını hatırlatacak o çok sevdiği nakaratları kazır ahşap üzerine.  Ona aşkını da söyleyip gidecektir ama kız görünürde yoktur. Pencereden defalarca nakaratı tekrar eder lakin durum değişmez. Kız ne ses verir ne taraçaya çıkar. Zabit bu durumu çok merak eder.  Dükkan sahibine sorar o da onların taşınıp başka bir memlekete gittiğini fakat nereye gittiklerini bilmediğini söyler.  Türk Zabit’in aklında bir şey kalmıştır; acaba o kız nakaratta ne söylüyordu.  Nakaratı tekrar eder  ve dükkan sahibine sorar, o da “yok beyim olur mu hiç öyle şey” der. Zabit şaşırır “ne demek bu?”. Dükkan sahibi “aman efendim bizim burada böyle bir namussuzluk yapacak kimse olmaz” der. Zabit iyice şaşırır. Herhalde müstehcen bir şey bu diye düşünür. “Ne diyorsun sen ne namussuzluğu? Ne demek bu söylesene” der. Dükkan sahibi zorla konuşur; “Bizim olacak, bizim olacak!”. Zabit “nedir o bizim olacak olan?” der. “Çarıgırat bizim olacak!”. Söylesene adam “Çarıgırat ne demek”. “İstanbul” demek efendim. Zabit duydukları karşısında beyninden vurulmuşa döner. Nakaratın anlamı ortaya çıkmıştır.

“Bizim olacak, bizim olacak!

İstanbul bizim olacak!”

 

Ve öğrenir ki kızın babası, Osmanlı askerleriyle ormanda çatışmada öldürülen Bulgar bir çete reisinin kızıdır. Türk Zabit tümden yıkılmıştır. Çünkü o, kıza bakarken ne düşünüyordu kız ona bakarken neler söylüyormuş. Kızın güzelliğine, endamına kapıldığından dolayı gerçeği görememişti. Ettiği küfürleri tatlı bir aşk şarkısı zannedip ona eşlik etmişti. Taraçadan koca bir millete küfürler yağdırmıştı da bunu fark edememişti. Bütün bunlara seve seve de eşlik etmişti. Kapıldığı cazibe ona düştüğü zaafı fark ettirmemişti.

Asker...

Vatanı korumakla memur...

İsyancı ve düşmana karşı her an tetikte olması gereken bir kişi…

Tüm bunlara karşı gözü açık olması gerekirken bir görevliyken arzularına gem vuramadığı için İstanbul’a göz diken düşmanlarının nakaratına vurulan bir ahmağa dönüşüvermişti.

Ne büyük bir utançtı bu.

Evet bazen…

Gözlerine ve gönlüne inen perde seni aptal aşık durumuna düşürür. Sen bunu fark ettiğinde yapacağın hamleyi yapamaz, söylemen gerekeni söyleyemez hale gelirsin. Düştüğün zillet seni sükûtu hayale uğratır. O vakitten sonra kendine bile itibarın kalmaz artık. Seni bu duruma düşüren şeyin kendi eksikliğinden mi yoksa karşıdakinin zekiliğinden mi kaynaklandığını düşünmekten kendini yer bitirirsin. Kandırılmış olmanın öfkesi ile kanmanın saflığı arasında dövünür durursun. Utançtan yok olmayı arzu edersin.

Nakaratı tekrar ettiren kızın, çeteci babasının kendi davasında öldüğünü hatırlayıp kendisinin ise ne büyük bir acziyet ve aptallığın içine düştüğünü fark eden Türk Zabit gibi zilletin dibine düşersin.

Kandırılmanın da kanmanın da aslında bir boşluk içinde olmandan kaynaklandığını anlarsın. Hayata kendini öylece teslim edivermenin acı bedelini ödersin.

Nakaratları tekrar etmek masumiyetten mi kaynaklanır yoksa körlükten mi? Çoğu kez masumiyetten kaynaklandığı ile açıklansa da sinsi ve yıkıcı etkileri olduğunu görülemediği ve bir türlü ikna olunmadığı için körlükten kaynaklandığı kesinleşir.

İnsan neye yönelmişse onu görür. Bir nakaratta bin güzellik bulursun ama başkası o nakaratta binlerce tezgahın, ayak oyununun kirli emellerin taşlarını döşer. Baktığın yer kadar gördüğün şey de önemlidir. Baktığın şeyde Türk Zabit’i gibi arzu ve ihtirası görürsen tezgahı fark edemezsin. Seni sen yapan da görebildiklerinden ibarettir. Fark edemiyorsan nakaratların sonunda gelecek olan acının dünyanı mahfetmesine de mani olamayacaksın seni bir hiç haline dönüştürmesine de. Gördüğün/fark ettiğin kadar olayları çözebilir; göremediğin/fark edemediğin kadar düğümlenir kalırsın.

Nakaratların olduğu dünyada kalbinde ve hayatında korunması gereken şeylerin de olduğunu bilmelisin. Dilimize düşmüş ve çokça kullandığımız nakaratlarımızın ardını aralayıp bakmak zorundayız.

Nakaratlar bizi özendiğimiz, arzuladığımız şeye götürür. Nakaratlarımız bizi teslim almış şeylerdir ya da teslim olduğumuz şeylerdir. Önemli olan nakaratların ardından gelecek olanı görebilmektir.

Bazen…

Korumak ve kollamakla mükellef olduğumuz şeylere karşı vazifemizi yerine getirdiğimizi zannettiğimiz zamanlarda, korumakla mükellef olduğumuz şeyi kişisel arzularımız ve basiretsizliğimiz nedeniyle karşıya altın tepside sunarız.

Toplumsal dönüşümlerin yaşandığı ve bireylerin bu dönüşümlerden etkilendiği her dönemde bu sorunlar ciddi oranda yaşanmıştır. Her dönüşüm çağında da sorun olarak karşımıza gelecektir.

Etkisi altına girdiğimiz her söylem bir nakarattır.

Uğruna çok şeyi yıkmayı göze alarak getirmek istediğimiz değişiklikler bir nakarattır.

Özgürlük arzusu bir nakarattır.

Eşitlik söylemi bir nakarattır.

Hürriyet arzusu bir nakarattır.

Aile anlayışı bir nakarattır.

Nesil yetiştirme tarzı bir nakarattır.

Namus anlayışı bir nakarattır.

Yaşamımız boyunca yüzlerce nakaratı tekrar eder dururuz. Önemli olan bu nakaratın kimden ve nasıl geldiğidir.

Sonu bize ve toplumumuza hüsranı getirecek nakaratların ardında olanı görememek aptal aşık gibi yıkıma ve zillete düşürecektir. Bizi o nakaratların sahiplerine hazır askerlere dönüştürecektir.

Toplum ve insan adına tekrar edip durduğumuz nakaratlar Türk Zabit gibi bizi hüsrana uğratabilir. İstanbul’a özlem duyup onu korumaya yemin etmişken İstanbul’a göz dikenlerin nakaratını tekrar edip durduğumuzu nice zaman sonra anlayabiliriz.

Gözümüze baka baka koca bir millete ve geçmişine küfredilir de bunu tatlı bir aşk şarkısı gibi dinleriz.