29 Mayıs 2014 Perşembe

Fenalık; Bir Telefon Kadar Yakın

En pahalı cep telefonumuzu Peygamber aleyhisselam’ın bir oğlak leşinin kulağından tutup “Allah’ın dünyaya verdiği değer sizin bu oğlak leşine verdiğiniz değerden daha fazla değildir” dediği gibi hiçleştirip önemsizleştirmedikçe çocuğumuza ne yaparsak yapalım o hastalıktan sıyıramayız.
*                                           *                                                  *
Allah insanı yarattı sonra da “O’nu en kıymetli varlık kıldı.” (Tin:4) Şeytan ise bunu kabullenemedi. İsyan etti isyan ederken de en büyük yeminini ve tek gayesini söyledi “Rabbim; beni azdırmana karşılık andolsun ki ben de onlara yeryüzündeki fenalıkları güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım” (Hicr:39)
İşte o günden sonra böylesine mahvetmeye adanmış ve asla insafı olmayacak olan bir düşmanla aynı dünyada zarar görmeden yaşamakla imtihan edilmeye başladık. Yalnız bırakılmadık ama. Allah o şedid düşmana karşı hem bizim yardımcımız hem bizim vekilimiz oldu da bize lütufta bulundu.
Muhakkak ki şeytanın hilesi çoktur ama zayıftır da. Sırtımızı Allah’a dayadıktan sonra en güçlü hilesi bile cılız bir hal alıverir. İşte bunu bildiği için şeytan kulların rabbiyle irtibatı kesmeden hilelerini uygulayamıyor. Merhale merhale emin adımlarla ilerliyor. Önce irtibatı koparacak işlerle meşgul ediyor sonra da bitirici darbeyi indiriyor. Önce bağı koparıyor sonra yalnızlaştırıyor nihayetinde de Allah’ı anmaktan uzak bir nesil ortaya çıkıyor.
“...fenalıkları güzel göstereceğim…” İşte bu şeytanın en büyük silahı. O zorla yaptırmaz hiçbir şeyi. Bir şeyi güzel gösterir. Onu yapana kendisini ayrıcalıklı hissettirir. Farklılığın “yeniliğine” inandırır da asla yalnızlaşmaya götüreceğini hissettirmez. Herkes aynı farklılıkla hareket eder sonra bir zaman gelir herkes aynı tür oluvermiştir. Sonra şeytan etki alanı içindeki herkesi yeni bir şey(ler)le meşgul eder. Bu düzeni hem eğlenceli hem neşeli kılar ki kimse hilesinin farkına varmasın. Lunapark çılgınlığı gibi bir hayatın içinde oyalar durur insanları.
Her dönemde insanları oyalayacak bir şeyler mutlaka bulmuştur Şeytan. Yaşadığımız şu an şeytanın en büyük oyuncağı internet ve telefondur. Televizyon dönemi bitmiştir. Sinema dönemi bitmiştir. Yeni dönem internet ve cep telefonu dönemidir. Özellikle de cep telefonu.
Telefon haberleşme aracı olmaktan çıktı şeytanın Adem’i çıplaklaştırdığı ve yalnızlaştırdığı meyveye dönüştü sanki. Büyük emeller vaat ediyor adeta. Her şeyin bilgisine sahip olunacakmış gibi, herkesten ayrıcalıklı hal alınacakmış gibi, hayata dair tüm boşlukları dolduracakmış gibi, huzur ve neşeyi sunacakmış gibi uzanıveriliyor. Ve şeytan o büyük tuzağını yine kuruyordu;  “fenalıkları güzel göstermek”. Bir telefon fenalık olabilir mi? Bir telefon bu kadar ağır ithamlarla suçlanabilir mi? Derdimiz telefon değil telefona o anlamı veren insanlardır. Şeytan insanı avucuna aldı mı en masum şey bile bir bela oluverir.  Rızık, araç, çocuk, kadın, iş…vs. Eğer bir nesil kendi icad ettiği bir şeye şeytanın vaat ettikleriyle yaklaşırsa ona mesafeli olma vakti gelmiş demektir.     
Cep Telefonu çılgınlığı, zaten Allah ile olan bağları iyice çürümüş neslin evlatlarının tümden Allah’tan koparılma çabasıdır. Bunun için Cep Telefonu, yeni bir nesil kurgusuna dönüştü.
Otobüste güya lüzumsuz muhabbetten kurtulmak adına kulaklıkların kulağa geçirilmesinden sonra kurgu gerçekleşmiş demektir. Caddede, sokakta, araçta, evde kulaklıklar kulağımızda bir hayatı yaşıyorsak kurgu gerçekleşmiş demektir. Bir mecliste, bir derste, hatta bir Cuma namazında bizi kendisiyle meşgul ettiriyorsa kurgu gerçekleşmiş demektir. Uyumak için vardığımız yatakta dahi bizi kendisiyle meşgul ediyorsa kurgu gerçekleşmiş demektir. Yemekte, çayda, misafirlikte, babanın-annenin konuştuğu bir mekanda bizi kendisiyle meşgul ediyorsa kurgu gerçekleşmiş demektir.
Belirleyici olan şeytanın süslü gösterdiği bu davranış. Herkes aynı davranış kalıbına girdi. Hayatımızın en dar zamanlarında, en hareketli zamanlarında en kalabalık zamanlarında bile aynı davranışları sergileyen insanlarla karşı karşıyayız artık. Güya tek tip insan olgusuna karşı duran liberal yaşamın tek tipleştirdiği tiplemeler hayatın görünürü olmaya başladı.
Aynı biçime soktuktan sonra benzer sonuçlar çıkacaktır. Burada karşılaştığımız şey bu. Toplumdan uzak, kimseyi umursamayan, yaşadığı dünyaya kulak tıkayan, küçücük bir anını bile başkalarıyla paylaşmayan, olan biteni ve olacak olanları hesap edemeyen, zekasını, ruhunu, bedenini bir cihaza teslim etmiş bir nesil. Güya herkesin farklı olmasını savunan liberal yaşamın ortaya çıkardığı aynı tiplemeler. New York metrosundaki bir yolcuyla Konya tramwayındaki yolcu tipi aynı olmuştur. Tek tip insana karşıyız diyerek safları darmadağın edenler tek tip nesil oluşturmayı başarmışlardır.
Böyle bir yaşam biçiminde ne büyüğe hürmet olur, ne küçüğe ilgi olur, ne komşuluk olur, ne hasbihal olur, ne bayram olur, ne seyran olur, ne sevinç olur ne neşe olur. Her şeye karşı hissiz ve duyarsız bir yaşam. Bunlar gelecek neslin felaketleridir. Bunlar şeytanın bize süslü gösterdiği fenalıkların sonucudur. Mesele sadece cep telefonundan ibaret değil. Mesele şeytanın hayatımızın olmazsa olmazı haline gelen bir cihaza hükmediyor olmasıdır. Onu kullananları bekleyen tehlike burada.  Bir nesil O cihazla mutlu olarak büyüyor. Bir nesil o cihaza bağımlı yaşıyor. Bir nesil o cihazın vaat ettiği kadar “kankalık” yapıyor. Bir nesil tüm hayatını o cihaza göre düzenliyor. Allah günleri değiştirdiği ve hayatı bu neslin eline bıraktığı zaman hal ne olacak bunu düşünmek gerekiyor.
Kendi ellerimizle nesilleri bu hale getiriyoruz. Başarılı olan bir çocuk cep telefonu ister, baba söz verir cep telefonu için. Sanki onur meselesiymiş gibi mücadele eder çocuklar babalarıyla. Olması izzet olmaması sefillikmiş gibi bir yanılgıyı kendi elleriyle güçlendirir babalar-anneler. Cep telefonunu alan her çocuk akıntıya düşüp giden dal parçası gibi kaybediyor kendini akıntıda. Çocuk cep telefonu ile kurulacak bağın çok önemli ve zorunlu olduğuna inanıyor. Çevreden gelen etki bu inancı oluşturuyor. Bizim cep telefonu ile olan bağımız eğer çocuğumuzun bu inancını pekiştiriyorsa baş müsebbip biziz. Etrafa kızmaya gerek yok. En pahalı cep telefonumuzu Peygamber aleyhisselam’ın bir oğlak leşinin kulağından tutup “Allah’ın dünyaya verdiği değer sizin bu oğlak leşine verdiğiniz değerden daha fazla değildir” dediği gibi hiçleştirip önemsizleştirmedikçe çocuğumuza ne yaparsak yapalım o hastalıktan sıyıramayız. Önce bizim dünyamızda değerini kaybetmeli sonra onun dünyasında değersiz olmalı. Zira oğullar babalarının kopyasıdır. Aynı durumlarda genelde aynı davranışları sergilerler.
Gelecek neslin hali şunu gösteriyor (Allah’ın dilemesi hariç): Ne yapsan etkilenmeyen, adeta robotlaşmış bir nesil. Robottan insana giden siber robot modelini tersten uyguluyorlar yani. Duygu ve hisleri olan insandan duygu ve histen sıyrılmış yarı insan yarı robota dönüşmüş bir nesil. Hayatını ilgilendiren her önemli olayda sadece öğretilmiş davranışları sergiler. Şenliği şenlik değil; neşeyi bilmez. Düğünü düğün değil; mutlu olmasını bilmez. Ağlaması ağlama değil; hüznü tanımaz. Gülmesi gülme değil; memnuniyeti bilmez. Sevgisi sevgi değil; içtenliği bilmez.
Yalnızlık içindeki insanlar yalnızlık içindeki gençler yalnızlık içindeki çocuklar. Biz çocuklarımızı her gün bir yalnızlığın içine terk ediyoruz aslında. Eğer ekin bitmez, kervan geçmez bir yalnızlaşma tehlikesiyle karşı karşıyaysa çocuklarımız biz de bunun sıkıntısıyla kıvranıyorsak İbrahim gibi olmalı çocuklarımız hakkında şunu demeliyiz: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını Senin evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz namazı dosdoğru kılmaları için. Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onları ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” (İbrahim:37) İhlasla yetiştirmeye çalıştığımız neslimizi namazın merkez olacağı bir çevreye ya da mekana alıştırmalıyız. Gayretimiz bu olmalı. Her gün çocuklarımızı bırakmak zorunda kaldığımız yalnızlıkla ilgili olarak da İbrahim’in yaptığından başkasını yapamayız; Dua… “Rabbimiz! Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir.” Yani iyi insanların gönüllerini onlara meylettir… İbrahim’e yeten Rabbi bize de yetecektir inşallah. Biz İbrahim gibi ihlaslı olmadıktan sonra iyi insanlar da bizim evlatlarımızı bulmayacaktır. Bizdeki ihlassızlık çocuklarımıza gevşeklik olarak yansıyacak onlardaki gevşeklik insanların zararlı olanlarının gönüllerini onlara meylettirecektir. Bu matematik denklemi gibi şaşmaz bir şey değildir elbet. Nuh’un ihlası oğlunun gönlünün iyi olmayanlar tarafına kaymasına mani olamamıştı. İbn-ül Cevzi gibi alim bir baba öldü de evladı babasının bıraktığı yüzlerce el yazması kitabını satarak parasını içki alemlerinde bitirmiştir. Allah bunlardan ümmeti muhafaza etsin. Bunlar da karşılaşılabilecek şeyler ama Allah’ın rahmeti geniştir. Biz O’nun rahman ve rahim sıfatına sığınırız. Yolumuza da planlarımıza da böyle yön veririz.
Hani İbrahim demişti ki; “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” (İbrahim;35)“Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle.” (İbrahim;40) İbrahim’in derdi buydu. Bizim derdimiz de bu olmadıkça çocuklarımızı yalnızlığın içinden nasıl sağ salim alabiliriz? Yalnızlaştıran şeylerden nasıl uzaklaştırabiliriz? Şeytanın elinden nasıl alabiliriz?

NELER YAPILABİLİR
Namazla ilgili özel çalışmalar yapmalıyız. Çünkü olay sadece cep telefonu, teknoloji değil işin temelinde yasak meyveye dönüştürülmüş bir kurgu vardır. Şeytan neyi yok etmek istiyorsa hilesinin sonucunda, biz de oradan başlamalıyız önlemler almaya. Namaz müminin kazığıdır. Oynaması tehlike, çıkması felaket demektir. Sinsi düşman hep bu kazığı oynatmak için çalışıyor. Çökmüş çocuklarımızın tepesine ha bire kazığı yerinden çıkarmaya çalışıyor.
Şunu kesinlikle bilmeliyiz ki düşman ciddi, hilesi tehlikeli, amacı da helak etmek. Artık bundan sonra bu olayı böyle görmek gerek. Aksi halde her türlü tedbir boş olacak.
*Namazla ilgili özel çalışmalar yapmalıyız. Namaz kılınan mekanlar oluşturmalıyız. Çünkü olay sadece cep telefonu, teknoloji değil işin temelinde yasak meyveye dönüştürülmüş bir kurgu vardır. Şeytan neyi yok etmek istiyorsa hilesinin sonucunda, biz de oradan başlamalıyız önlemler almaya.
*Çocuklarımızın yaşına denk ya da yakın çocuklardan namaz kılanlarla ortak zamanlar oluşturmalıyız.
*Aile gezmeleri çocuğumuzun geleceğine yönelik planlanmalı. Çocuğumuzun düşmesini istemediğimiz duruma çekecek aile çevrelerinden uzak durmalıyız ya da sınır koymalıyız. Yakınımız bile olsa...
*Cep telefonu ve interneti ona sus payı olarak kullanmamamız gerekiyor. Bir koz gibi de kullanmamak gerekiyor. Zira her koz değerli olan şey demektir. Belki zihninde zannettiğimiz kadar değer taşımayan şeyler koz olarak kullanılınca “çok değerli” olacak.
*Çocuklarımıza yaşadığımız dünyanın dışında bir şeylerin bize yön verdiğini hissettirmek gerekiyor.
*İbrahim’in yaptığı gibi Allah’la irtibatlarını artıracak şeyler yapmak gerekiyor. Zihnini meşgul eden kavramların din ile ilgili kavramlar olması için gayret şart. Türlü çalışmalarla bunlar yapılabilir.
*Çocuklarımıza Kur’an’daki peygamber ve şahısları ailemizden biri gibi tanıtmalıyız ki hayatımıza girebilsinler.
*İnternet ve telefon ile iştigali bitmeyen baba-anne örneği olmamalıyız.

Sonuç olarak hepimiz çocuğumuzun, ailemizin içinde bulunduğu duruma göre bir takım çözüm yolları bulabilir. Aynı yöntem olması şart değildir. Önemli olan İbrahim gibi samimi İbrahim gibi ihlaslı olmaktır. İnşaallah İbrahim’e Kabe’yi oğluyla birlikte imar etme şerefini veren Allah biz kullarını da birlikte secdelere varılacak evlatlarla şereflendirir. Hatta ümit edelim ki Ömer bin Abdulaziz’i “kalk baba kalk, namaz namaz!” diye uykudan uyandıran oğullar-kızlar bahşetsin Allah bize.
“Rabbena la tezerna ferden. Ve ente hayrul varisin.” Enbiya; 89 (Amin) 


9 Mayıs 2014 Cuma

Bir Musa Öfkesiydi O

 Zira din gidiyordu. Allah’a iman gidiyordu. Peygamberine iman gidiyordu… Bunlara itaat değil iman gidiyordu… İşin en büyük tehlikesi de buradaydı. İtaatten uzaklaşanı uyarırsın, kulağını çekersin daha da olmadı ceza ile yola getirirsin ama bunlara iman gittikten sonra varoluş gayesini kaybetmiş olursun. Musa’yı öfkelendirip elindeki levhaları attıran tehlike buydu. İbn-i Teymiye’yi meydana çıkaran ve öfkeli kılan da buydu.
                        *                                                 *                                                 *
Allah bizden razı olacağı dini (Maide:3) bize açıkça bildirmiş ve o dini tamamlamıştır. Peygamber (as) da dini insanlara hiçbir eksiklik (Enam:38) bırakmadan aktarmıştır. Bundan sonrasında iman ve itaat vardır; icad yoktur. “Kim bundan sonrasında bir şey icad ederse o reddedilmiştir.” (Buhari-Müslim).
Raşid halifeler dönemi gelen dini koruma dönemidir. Sonrasında gelen dönem Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç ayaklar altına alınan dünyanın baş tacı edilmesidir. Bu yüzden ayaklar baş başlar ayak olmuştur.
Allah’ı razı eden, Peygamberi doyuran, ashabı doyuran din, bu altüst oluşu yaşayanları doyurmamaya başladı. Ashabın uğruna canını verdiği dini elleriyle yan tarafa çekip kendilerine başka yollar açmaya başladılar. Din her zaman oldu ama önlerinde değil yanlarında idi çoğu zamanda arkalarında kaldı. Allah’ın Vahye tabi kıldığı aklı vahyin önüne geçirdiler. Yunanlılardan yapılan çeviriler, şirkin içine yerleştiği düşünceleri Müslüman topraklarının zeminine yerleştirdi. Aklî olan şeylerle oynamak, oyalanmak o kadar hoşlarına gitti ki onlar için en yüce adamlar feylezoflar oldu. Feylezofların sözleri Allah azze ve cellenin ayetlerinden de Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sözlerinden de daha kıymetli hale geldi. Aç kalarak, dayaklar yenerek, işkenceden öldürülerek, huzuru ve rahatı unutarak pisliklerden arındırılan topraklarda keyfinin peşinde, ölümü edebiyattan ibaret dizelerde okuyan, acıdan ve açlıktan haberi olmayan, fedakarlık nedir bilmeyen, insana dair derdi olmayan sorumsuzlar yüzünden şeytan başka diyarlardan yeni yeni putlarını getirip dikiyordu artık. Müslüman ismi, seherlerde göz yaşı döken, elinde kalan son yiyeceğini kardeşine ikram eden, kendini bildirdiği ve zikretme imkanı verdiği için her gün Rablerine hamd eden, Ayeti ve hadisi duyunca akıllarını bir kenara çeken, hatta kapısına gelip de “bir de senin görüşünü almak istedim” diyerek Peygamberin söylediğinin dışında bir şeyi arayan adamı oracıkta kılıçla öldürüveren adamlardan gecelerini ve gündüzlerini lakırdıya vermiş, cedelci, inatçı, kendini ibadetlerden azade kılmış, Hamdi ve şükrü unutmuş, aklı ve akılcıları (felsefe, kelam, tasavvuf vs…) Allah’tan ve Rasûlünden daha yetkili kılan, Peygamberini ve ashabını kendi öğrendiklerini (safsataları) bilmedikleriyle eksikli bir duruma düşürmeye çalışan zavallılar topluluğuna dönüştü.
Ümmetin payına bundan daha büyük bir bela düşer mi? Bu dini yok etme derdinde olanlar böyle bir fırsatı kaçırır mı? Peygamberin ashabının eğitimiyle arı duru hale gelmiş bu topraklar tüm kirli ve pis planların, şeytanın emellerinin tezgahlandığı ortamlara dönüştü. Peygamber aleyhisselam ömrünü verdi şeytanı bu topraklardan çıkarmak için ama birileri onu kendi elleriyle tekrar getirdi. Hem ta Yunan’dan hem de bu ümmetin imkanlarını kullanarak. Lanetlenerek kovulan şeytan Yüce Pîr olarak geri geldi.
Tüm hakikatlere kolayca saldırılmaya başlandı. Tüm kötüler iyi gösterilmeye başlandı. Kötülerin sesi yüksek çıkarken iyilerin sesi duyulmuyordu bile. İnsanlardan kalbi zayıf olanlar da yüksek çıkan sese tabi oluyordu her dönemde olduğu gibi. O yüksek çıkan ses akılla vahye galip olma derdindeki şeytanın sesiydi.  O yüksek çıkan ses birilerinin hevesi, arzusu, kıt aklıydı. O yüksek çıkan ses o kadar etkili olmaya başlamıştı ki insanlar o sesten gelen her ifadeyi dinin bir kuralı ya da gereği gibi zanneder oldu. O yüksek ses karşısına çıkan olmayınca Allah’ın arzında şişinmeye başlamıştı. Hakikat üzere olan alimler ise ya tefsir ile, ya hadis ile, ya fıkıh kaideleri ya da bunlara ait şerhler yazmakla meşguldüler. Sonraki dönemde “müthiş” diye tabir edilecek ve asla abartı olmayacak derecede ilmi eserler ortaya kondu. Ama o dönemi kurtaracak olan bu eserlerin çokluğu değil; Peygamber aleyhisselamdan gelen arı duru dinin en yüksek sesle dile getirilmesiydi.  Dini tahrif etmeye çalışan, farzları hiçe sayan, Allah’ı ve Peygamberini gereksiz görüp onlara alternatif getirmeye çalışan zalimleri ne bu eserler ne de müellifleri susturamıyordu.
Bu toplum artık Peygamber aleyhisselamın bıraktığı toplumun özelliklerini kaybetmeşti. Bu toplum artık ashabı da hatırlatmıyordu.
İşte böyle bir dönemde lazım olan öfkeli bir Musa idi. Önce elindeki levhaları atacak sonra da dini tahrif edenlere haddini bildirecekti (A’raf;148-150). Dinini terketmiş olanlara yeni bilgilerden, faziletlerden bahsetmeyi bırakıp Firavun'un pençesi altındayken anlatılan dini anlatmak gerekiyordu. Yani en başa tekrar dönmek gerekiyordu. Yani Lailaheillallah'a... Allah bu dönemde İbn-i Teymiye’yi lütfetti ümmete. Elhamdülillah… Allah’a, O’nun dinine, peygamberine kastedilen bir yerde kitap başında oturan değil,  zalimin karşısına dikilen bir adam gerekliydi. Söylemesi gerektiğine inandığı şeyler olsa da öncelik kendinde olanlar değil söylenmesi gerekenlerdi. Allah’a ve Peygamberine kastedenlerin ve onların saptırdığı halkın karşısına o an elde ne varsa atıp çıkarak mücadeleye girişmek gerekiyordu. Zaman emirleri ve nehiyleri değil imanı anlatma zamanıydı. Zira din gidiyordu. Allah’a iman gidiyordu. Peygamberine iman gidiyordu… Bunlara itaat değil iman gidiyordu… İşin en büyük tehlikesi de buradaydı. İtaatten uzaklaşanı uyarırsın, kulağını çekersin daha da olmadı ceza ile yola getirirsin ama bunlara iman gittikten sonra varoluş gayesini kaybetmiş olursun. Musa’yı öfkelendirip elindeki levhaları attıran tehlike buydu. İbn-i Teymiye’yi meydana çıkaran ve öfkeli kılan da buydu. İbn-i Teymiye’yi diğer alimlerden bambaşka kılan da buydu. Onların yaptığı gibi elinde olanı anlatıp duran medrese alimi olmayı da tercih edebilirdi, mescid de ders halkalarıyla oyalanıp durmasını da bilirdi. Ama o önceliğin meydana çıkmak olduğunu gördü. Ve bambaşka bir duruş sergiledi.  Öyle bir duruşu olmalıydı ki Allah’a ve Peygamberine kastedenlerin hepsi rezil ve rüsva olmalıydı. Öyle bir duruşu olmalıydı ki dinleri bozan hainlerin ayakları evlerinden dışarıya çıkmaya cesaret edememeliydi.  Öyle bir duruşu olmalıydı ki ayak olmuş başları tekrar baş yapmalıydı. Öyle bir duruşu olmalıydı ki saptıran zalimlere tabi olan halk hakikatin sesini ve kararlılığını görerek gittikleri yolun yol olmadığını görmeliydi. Öyle bir duruşu olmalıydı ki O’nun olduğu yerde sadece Allah ve Rasulü konuşmalı gayrı herkes susmalıydı. Bu öyle bir ses olmalıydı ki uyuşmuş tüm hücreleri canlandırmalıydı. Bu öyle bir ses olmalıydı ki kendinden sonraki tüm cılız seslere cesaret vermeliydi. Ve insanlar görmeliydi Allah’tan gelene sırtını dayadıktan sonra asla zillete düşülmeyeceğini.
Nitekim öyle oldu. Musa gibi geldi, sapıkların sesi kesildi. Putları parçalandı. Zelil oldular. Haysiyetleri kalmadı. Mekanları daraldı. Kazançları bitti. Bu yüzden çok düşman kazandı. O’nun varlığıyla itibarsızlaşan herkes O’na düşman oldu. Allah ise O’nu düşmanlarına galip getirdi. Alimler O’ndan cesaret aldı. Şeytan’ın planları bozuldu. Bu kadar yükü yüklenen her adam gibi o da öfkesini bir silah olarak kullandı. 
İbn-i Teymiye ile ilgili karakter tahlili yapılırken “öfkeliydi” denir. Kendisini öldürmeye ahdetmiş olanları bile bağışlayan bir adam nasıl hiddetli olur? Eğer bu tanımlama din ile ilgili tepkilerinden dolayı ise bundan doğal ne var ki? O Peygamber aleyhisselamın ümmetinden biridir. O’nun peygamberi de öyleydi. Şimdi Peygambere öfkeli mi diyeceğiz? Ömer’e öfkeli mi diyeceğiz? Öfkesi ümmete ait ümitleri mi söndürmüş? Öfkesi bir hayra mı mani olmuş? Öfkesi insanları dinden mi soğutmuş? Öfkesi zalimleri mi sevindirmiş?
O’nun asıl öfkesi insanları saptıranlaraydı. Halka öfkesi ise cehaleti taklit ettiklerinden dolayıdır. İbn-i Teymiyeyi “öfkeli” diye tabir ettiren duruşu sapıklıkları icad edenlere ya da onlara alet olanlara karşı takındığı tavrıdır. Bu kadar çilenin ve yükün içinde nasıl öfke olmasın. Halka gelince halk O’nu çok sevmişti. Öldüğünde düşmanları rahat nefes alırken halk binlerce kişi ile cenaze namazını kılmıştır. Herkes “Kur’an’ın Tercümanının” cenazesine koşarak gelmişti. Karşılanışları nasıl kalabalık olmuşsa uğurlanışı da öyle kalabalık oldu.
Şimdi bütün bunlardan sonra İbn-i Teymiye’nin öfkesiyle ilgili bir olayı değerlendirelim. Şahsını övmeye gelen ve bu maksatla şiir yazan ilim sahibi birini yazdığı şiirdeki imla hatalarından dolayı cahillikle nitelemişti. Ona muhabbet besleyen adam o andan itibaren ona düşman olmuştu. Bu nasıl muhabbet ki saniyeler sonra amansız bir düşman oluyor. Şimdi gelelim İbn-i Teymiye’nin bu olaydaki tavrına. Önce onu anlamaya çalışalım kararı ise sonra verelim. İbn-i Teymiye’nin üzerindeki yükün ağırlığından bahsettik zaten. İbn-i Teymiye’ye gelen kişinin tavrı onu anlamada bize ipuçları verecektir. İlim sahibi biri. Nasıl olur da övmeye meyleder. Peygamber aleyhisselam “sizi öven adamın yüzüne toprak saçın” diyor. Yine yanında birisi övülüyor da bu övgüyü yapana “şimdi onu öldürdün” diyor. Bunlardan nasıl gafil olabilir? Şayet gafil değilse bu aşırıya kaçmaktır. Bu övgücülük öyle ileriye gitmiştir ki Ali’yi ilah makamına oturtmuştur. Bu kimseler şimdi İbn-i Teymiye’nin en büyük belalılarından biriydi. Bu övgücülük öyle ileri gitmişti ki; şeytan bunu kullanmış Peygamber aleyhisselamı Allah’ın gücüyle nitelettirmiş kabrinden medet umulur hale getirtmiştir. Bu sorun İbn-i Teymiye’nin yakasını o zaman da asırlarca geçmesine rağmen şimdi de bırakmamıştır. Bu övgücülük öyle ileri gitmişti ki Feylezoflar Allah’ın ve Peygamberi’nin önüne geçirilmiştir. Bunun için İbn-in Teymiye’nin başındaki en büyük dertlerden biri de bu hadlerini aşanlardı. Daha, daha, daha… Şimdi Sen İbn-i Teymiye’nin yıkmak için çıktığı yolda o taşı getirip alnının çatına koyuyorsun. Sen İbn-i Teymiye’yi övmüyor onu öldürüyorsun. O övgüyü kabul etseydi övgücüleri artacak daha ölmeden onu diri diri mezara gömeceklerdi. O adama “beni neden övdün” ifadesi kullanarak kızmadı, cehaletini dile getirerek kızdı. Bu cehaletle düşmanlarına yardımcı oluyordu İbn-i Teymiye’ye değil. Buna alışan yarın başka birini övebilirdi. Allah’tan başka övgüye layık kimse yoktu. O halde ilmi kadarıyla haddini bilmeliydi. İbn-i Teymiye adamı bu cahil tarafından vurdu ki diğer bilenler de bu ve benzeri hatalardan uzak dursun. Allah bilir ama eğer şiirinde yanlışlık olmasaydı bu sefer direkt olarak adama kızardı. Zira O’nda Ömer tabiatı vardı. Gerekirse ağacı keserdi. Gerekirse adamı… Allah O’ndan razı olsun. Şiir sadece vesile olmuştur.
İbn-i Teymiye'den sakin olmasını beklemek Musa'nın Tur'dan inişinde sakin olmasını istemek gibidir. Mümkün mü?
Şu halde İbn-i Teymiye’nin öfkesini zamanına, muhatap olduğu kimselere, üzerindeki yüke, kendisiyle ilgili haince planlara, gayesine ve en büyük düşman olan şeytanın o topluma yaptırdığı şeylere vakıf olmadan değerlendirmek O’na yapılacak büyük bir haksızlık ve insafsızlıktır. 
O da bilirdi durumu idare ettirmeyi.O da bilirdi ruhsatları sınırsızca dağıtmayı. Ama o biliyordu ki dinin ortadan kalkmaya başladığı ve cahiliye yaşamının yerleşmeye başladığı hatta yerleştiği bu fitne dönemlerinde alimin idare etmek gibi bir hakkı yoktur. İnsanlara ruhsatlar dağıtma yetkisi yoktur. Azimeti ön plana çıkarıp gerekirse her türlü tepkiye hazır olmak vardır.
Yumuşak geçişler, durumu idare ettirmeler, ruhsatların azimetlere baskın hale gelmesi dini bekleyen en büyük felaketlerdir. Allah ondan razı olsun o da bu felaketlere sebep olmadı. Düşmanları çok oldu ama Allah onu düşmanlarına karşı hep destekledi. Dönemine göre bir duruş değil Allah ve Rasulünün yanında bir duruş sergiledi. 
Ruhlara zillet veren şeylere başkaldırıyı öğretti o.  Bunun için başkaldırıyı hisseden her adam onu mutlaka bulacaktır. Kimi zaman anlama çabasında olanlar bulacak onu. Kimi zaman da şahsi kavgasına meşruiyet arayanlar...




5 Mayıs 2014 Pazartesi

Hırpalayan Yolsuz Bırakan Düzen

İyilerin, iyiliklerin geçmişe gömüldüğü ve artık kötüler ve kötülüklerin hakim olduğu bir düzende yaşadığımızı söylemek büyük bir gerçeğin farkına varmak değildir. Bu zaten herkesin bizzat yaşayarak bildiği bir şeydir. Çünkü bu günkü düzenin rahatsız etmediği, incitmediği, eziyet etmediği, ağlatmadığı, kahrettirmediği, kara kara düşündürmediği hiçbir kimse yoktur. Mesele zaten bellidir. İnsanlık kendi elleriyle kurduğu düzenin pişmanlığı ve sorunlarıyla boğuşuyor. Bu durumu her seferinde yeniden icad eder gibi, keşif yapar gibi durup durup yeniden anlatmak (ne kadar güzel anlatılırsa anlatılsın) bu rahatsız olduğumuz durumdan insanlığı kurtaramaz. İmam Gazali’nin anlatımıyla “doktorun hastaya hastalıklarını saydıkça hastanın ağlaması” gibi bir durumla karşı karşıyayız. Hastalılıkları sayıp durmak değil tedavi etmektir beklenen. Çözümünden bihaber olunan ve çözümüne dair hiçbir gayretin olmadığı sorunları anlatmak çıkış yolu değildir. İnsanlık, sorunlarının, hatalarının bir bir sayılmasına değil kendilerine sunulacak çıkış yollarına muhtaç. Sorunlar tespit edilmeden çözüm bulunmaz ama sürekli sorun anlatmak da işkencenin bir diğer adıdır.  Zaten herkes ciğerine saplanmış bir hançerle yaşıyor. Ciğerinde hançerle yaşayan birine acıyı mı tarif edeceğiz? Hançeri çıkarıp yarasını tedavi edecek yola muhtaç insan.
Hep hırpalayan sonra da başıboş bırakan bir düzeni yaşıyor insanlar. Başıboş bırakıldıkça da hırpalanacak şeylerin niceliği ve niteliği artırıyor. Kendi kendini besleyen bir virüse müptela düzen.
Gelelim bu gün yaşadığımız hayata…
Mesela; öğrenci kendisini adam edecek çıkış yollarıyla bir kez olsun tanıştırılmadan seneler boyu okullarda ömür tüketir. Her seferinde müdür nutuk çeker “adam olun” diye. Hatta falancadan filancadan örneklerle güzellemeler yapar. Ama güzelleme yaptığı falancaların yaşamına dair söyleyecek bir şeyi yoktur. Her seferinde öğretmen hükmünü verir “adam olmaz bunlar” diye ama adamlığın tarifini ve bu tarifin içinde nelerin olduğundan bahsedemez mahkum ettiği talebelerine. Her seferinde anne baba yakınır çocuğundan “ne yapsak adam olmuyor” diye ama bir kez olsun dertleşme lütfunda bulunmazlar çocuklarına. Bu yakınmaların da mahkum etmelerin de, nutukların da hiç biri samimi değildir. Çünkü hiç birisi gerçekten bir şey yapmamıştır. Onlar “kulların kendilerini düzeltmeden hiç bir şeyin öyle kolayca oluvermeyeceğini” ya bilmiyorlar ya da iradelerinin zayıflığından buna yönelmiyorlar. Sonra da haşa “ol” hükmünü vermeye çalışıyorlar.
Mesela; Çıraklar ve kalfalardan ahlaklı olmaları istenir. “Ahlaklı ol” her zaman tekrar eden emirdir. Ama nasıl ahlaklı olunur ile ilgili ustanın çırağına verebileceği bir şey kalmamıştır. Ahlaklı ol dese de çırak ustasının ahlaklı tarafını değil “fırıldak” tarafını benimser. Neden? Çünkü ustasının “fırıldak” tarafı daha dolu, daha canlı, daha albenili iken ahlaklı tarafı cılız ve hissizdir. Sonuçta canlı ve albenili olan tercih edilecektir. Herkes ahlaklı tüccar isterken ahlaksız bir tüccar yetiştirir.
Mesela; Gazetelerde dergilerde her gün kötü adamlardan bahsedilir. Kötülüğümüz tescillenir.  Toplum canavarları, trafik canavarları, sarhoşların yaptıkları, canilerin cinayetleri, hırsızların çaldıkları vs… Hep eğitilecek cahiller ya da yontulacak kereste gibi bakılır halka. Her türlü eğitimin verilmesinden bahsedilir. Bunun yanında iyi şeylerden bahsedilirken de yasak savma kabilinden bahsedilir. Bazen bazı adamlar tanıtılır. Onların iyilikleri sayılır durur. Ama nasıl olup da iyi olmayı başardıklarıyla ilgili hiçbir yol açıcı ifade yer almaz. Örnek verilen sahabe bile olsa onların nasıl iyi olabildiklerini ve nasıl iyi kalabildiklerini değil sadece iyilikleri anlatılır. Buradan da bir şey bina edilememiştir. Geriye kalan “biz onlar gibi olamayız” oluyor. Sonra gazete ve dergilerde hakim olan haber kötülerin haberidir. Her gün kötülenen davranışlar daha da artar sayfalarda. Neden? Çünkü kötülüğe ait haberler ve kötülere ait haberler hem canlı, hem heyecanlı, hem cezasız, hem daha kolay ulaşılabilirdir. İyiliklere ait haberler ise hem sönük, hem ciddiyetsiz, hem formalitedir. Önüne “Vay…” deyip okunan her haber aslında yaşadığımız hayatın bizi acıtan yanıdır. Ve o haberle bir kez daha kötülüğümüz yüzümüze vurulur. Peki çare? Yok.
Mesela; filmler ve dizilerde iyiler hep geçmiş dönemde kalmış insanlardır. Filmler ve diziler yani görsel medya kravatlı, ceketli, tıraşlı, parlak ayakkabılı, son model ev ve arabalar ile müthiş imkanlara sahip bir “iyi” adamı göstermez. Bu tipten nasıl iyi bir adam çıkacağıyla ilgili yol açmaz. Hangi şeylere değer vererek “iyi” olacağıyla ilgili bir tanımlama yapmaz. İyiler ancak eski dönemde ata binen, fes giyen, cumbalı evlerde oturan, kendi halinde yaşayan, en iyi aşık olan, masum kimseler olur. En hararetli adalet mücadelesi bile “müthiş bir aşk” hikayesi ile kuşatılır. Aşk kalır adalet mücadelesi biter. Dizi de filmde birkaç zaman sonra tamamen aşk hikayesine dönüşür. Çünkü aşkı bildikleri ve önemsedikleri kadar insanı ve iyiliği önemsemiyorlar. Çünkü aşkın içini doldurabildikleri kadar adaletin ve iyiliğin içini dolduramıyorlar. Doldurmak istemiyorlar. Veyahut da iyiler bu günden kopuk bir yaşam ve kişilerden olur. Bu yüzden kimse kendi hayatıyla iyi adam arasında bağıntı kuramaz. Kurdurulmaz… Bunun bilinç altına attığı hakikat; “iyiler eskide kaldı” dır. Şimdiyi anlatan tüm diziler ise her türlü rezaletin içinde geçtiği bir senaryoyla anlatılır. Bunun bilinçaltına attığı gerçek ise şudur: “bu gerçek dünyadır”. Dolayısıyla başka anlatılanlara itibar edilmeyecek ve herkes bu düzene göre yaşamını, karakterini hazırlayacak. Görsel medya iyi olunması derdinde değil iyiliklerin yok olması derdinde. Neden hep iyi karakterler sevilir de kötü karakterler hem sevilir hem tabi olunur? Çünkü iyi karakteriyle ilgili tamamen “boş” bir senaryo yazılırken kötü ile ilgili hayatın her tarafına nüfuz edecek kadar dolu bir senaryo yazılır. Kötü karakter daha dolu ve daha doyurucu iken iyi karakteri her zaman cılızdır. Kötüyü iyiden daha iyi tanıdığımız ve tanıttığımız sürece nasıl iyi olabiliriz.
Bunların hepsi ümitten, geleceğe heyecanlandırmaktan, bir işi yapmaya azmettirmekten çok uzak şeylerdir. Bunları anlatırken “muhataplar ne kadar iyi olmayı istiyor ki?” sorusunu sormaya gerek yok çünkü burada mevzubahis olan şey muhatapların değil iyi olunmasını isteyenlerin tavrıdır.
 “İyi nasıl olunur?” sorusunu sormak sorumluluk gerektirir.  İşte bu nedenle sorumluluk almak değil iyilikleri sayıp geçip gitmek tercih edilir hep. Bu hem çarkın dönmesine, hem ceplerin dolmasına, hem de yükün üzerden atılmasına olanak sağlıyor. İyilikler ve iyiler de tarihin bir sayfasında yaşanmış ve yaşayan özlenesi hasret yaralarına dönüşüyor.

Böyle giderse bir nesil sonrasının en büyük hastalıklarından birisi şu olacak; insanlar iyilik adına bir şeyler yapmak isteyecekler ama yaptıkları şeyler kalıplaşmış komik davranışlar olacak. Çünkü iyilik yerini yapmacıklığa bırakacak. Kötülük yapmak isteyen ise her türlüsünü tüm içtenliğiyle yapacak. Zira bunu yaşayarak öğrenecek. İyi ve iyilerin içinin boşaltıldığı kötü ve kötülüklerin içinin sürekli doldurulup beslendiği bir düzenin bizim karşımıza çıkaracağı nesil başka nasıl olabilir ki?