Bir toplum anatomisi çıkarsak
karşımıza nasıl bir şey çıkar acaba?
Yıllarca eğitimini aldığımız,
okuduğumuz şeyleri konuşup dursak da pratik hayatla karşılaştığımızda tabii
olduğumuz şey bir hakikat olarak kabul ettiğimiz söylemlerimiz olmadı. Pratikte karşılaştığımız şey ne ise ona tabi
olduk. Önceden yapılageleni tekrar edip durduk. Bu yüzden hiç sağlam bir
ipimiz olmadı; tutunduk mu şöyle bi Rabbe götürecek sağlam bir ipimiz…
Bir toplum anatomisi çıkarsak
karşımıza başka bir şey çıkar mı bilmiyorum.
Arkadaşlık, dostluk, evlilik, iş
hayatı, ticaret, komşuluk, eğlence anlayışımız, alışkanlıklarımız,
fikirlerimiz, sevme biçimimiz, öfkemiz…vs Hepsi yaşayageldiğimiz hayatın içinde
lime lime örülmüş geleneğe uyduruldu. Uydurulan geleneğin ne kadar din ile
ilişkili olup olmadığına hiç bakılmadı. Peygamberin hayatıyla ne kadar uyuşup
uyuşmadığına hiç bakılmadı. Kıyaslama ihtiyacı hissedilmedi bile ya da
kıyaslandı ama Nuh’un kavmi gibi kulak tıkandı, başlara örtüler geçirildi. Allah’ı
ve Peygamberinin yaşamını unutturacak gelenekler hayatımızın her alanına
yerleşmişken biz de bunları eleştirip dururken, onlarla ilk yüzleşmemizde geleneğe
tabi oluverdik hemen. Çünkü hazır olanı
yaşamanın kolaylığı ve meşruluğunu hayatımıza uyarlaması zorlu olan ve
yadırganacak hakikatleri içeren söylemlerimize tercih ediverdik. Nihayetinde taşıyıcısı
olduk dinimize hiç uymayan o uydurulmuş geleneklerimizin. İtiraz cümlelerinden
yaptığımız yol üzerinde yürürken yolumuza yön veren işaretler geleneklerimiz oldu.
Yani ne kadar paygamberin hayatıyla uyuşup uyuşmadığına bakmadığımız
geleneklerimiz.
O utangaç, masum, arlı, edepli,
iffetli, vefalı, ahlaklı, fedakar, hakkın rızasına ram olmuş, peygamber kokan,
ashab kokan geleneklerimize tercih ettiğimiz gelenek kendi menfaatlerimize göre
uydurup bir süre sonra hayatımızı karmakarışık hale getiren ar damarı çatlamış,
edepten yoksun, ahlak zafiyeti içinde, ihanet kokan, fenalık barındıran, işleri
zayi ettirecek gelenek olduğu günden beri hiç bitmedi hayata ve insana dair
şikayetlenmelerimiz. Peygamber kokan, ashab kokan o gelenekten uzaklaştığımızdan
beridir huzur bulmadı hayatlarımız. Kavga, gürültü, hasetlik, fesatlık, kin,
fitne, düşkünlük, günah, zillet hayatımızın mayası haline geldi. Zamanla
başımıza dert olacak o geleneği kendi ellerimizle icad ettik. Kendi icad
ettiğimiz geleneğimiz inandığımız şeyin önüne geçti de ne yapıyorsak ne
işliyorsak içini o geleneğimiz doldurdu. Bizi başkalaştıran bir geleneği icad
ettik. Bu geleneği başkaları dayatmadı bize. Elbette şeytan ve adamları boş
durmaz ama biz elimizle ta evimizin içine kadar alıp getiriyorsak fitneyi, fesadı,
zilleti o zaman bu durumda buna başka müsebbip aramaya gerek yok kendimiz varız
sadece. Kendi sözümüzün geçtiği evlerimizde bile biz Peygamber kokan, ashab
kokan o anıları yaşamadıysak, kendi hayatımızda kurduğumuz tüm ilişkilerde
peygamberi ve ashabı hatırlatan o yaşamı tercih etmediysek yani kapımızın
eşiğinden Peygamberi ve ashabı içeriye almadıysak bunda bizden başka kim
sorumlu olabilir.
Tercih ettiğimiz sunulanı almak
oldu hep. Sonra onu yaşadık gittik öylece. Bu nedenle her işimizde aksaklık,
sakatlık çıktı. Din anlayışımızda bile. Şeytanın canla başla mücadele edip
etkin kılmaya çalıştığı her türlü haddi aşkınlığı, büyülenmiş gibi yaptığımız
her şeyin içine doldurduk. Ticaretimize, arkadaşlığa, evliliğe, karşı cinsle
olan konumumuza, komşuluğa, aklımıza, fikrimize, alışkanlıklarımıza, eğlence
anlayışımıza, sevme biçimimize, öfkemize…vs her şeye yani. Bizi sınırlayan din yerine bize her türlü hareket etme özgürlüğünü
veren kuralsız yaşama biçimine yöneldik.
İcad edilen şeyin taşıyıcısı olduk. Kendimizi sınırlayan dinden ve
peygamberinden uzak kaldık. Ashab kokan o örneklerden uzak kaldık. İşte bu yüzden
pratik bize hep galip geldi. Ne öğrendiğimiz ticaretimizi yapabildik. Ne
öğrendiğimiz evlilikleri yapabildik, ne
övgüyle bahsettiğimiz anne-baba ilişkisi yaşayabildik. Ne Cibril’in hadisindeki
gibi “varis” kılınacak zannedilen komşu ilişkilerini yaşayabildik. Yaşadığımız
sadece gördüğümüz biçim (pratik) oldu. Yaşayamadıklarımız ise nostaljiye
dönüştü.
Pratiği neticeleri itibariyle
eleştirsek de her işimizde ona tabi olduğumuz için değiştiremedik. Pratik
değişmedi değiştik. Değiştirmek için gittiğimiz yerden değişerek geri döndük.
Dönüşerek… Temsil ettiğimiz şeyi hiç bilmemiş ya da temsil vasfımızı kaybetmiş
halde. Sahabe gibi bir nesil beklentisi değil ama binde biri neden ortaya
çıkmıyor bunun cevabı bu işte. Neden Ebu Bekir’in bir anısını ya da Ömer’in bir
hatırasını yaşayamıyoruzun cevabı bu. Neden
peygamber kokan o gelenek tarihin derinliklerinde özlenen bir hasret acısına
dönüştü cevabı bu işte. Çocuğumuza bakışımızda ve onu nasıl görmek
istediğimizde alırız bunun cevabını. Anne-baba olma şeklimizde alırız bunun
cevabını. Hüznümüzde ve sevincimizde nasıl davrandığımızda alırız bunun cevabını.
Güce karşı duruşumuzda alırız bunun cevabını. Zayıfa karşı duruşumuzda alırız.
Eşyaya karşı duruşumuzda alırız. Dinden yana mı yoksa gelenekten yana mı tavır alacağımıza
karar verdiğimizde görürüz bunun cevabını. Evimize aldığımız şeylerde,
harcamalarımızda belli olur bunun cevabı. İhtiyaç hissettiğimiz şeylerin listesinde
alırız bunun cevabını. Aileyle birlikte vakit geçirme anlayışımız ve içeriğinin
doldurulma biçiminde alırız bunun cevabını. Eğlence anlayışımızda alırız. Ticaret
anlayışımızda alırız. Evlilik ve evlenecek eş tercihimizde alırız. Dinin ne
dediğini bildiğimiz konularda bile dinin değil özendiğimiz şeyin ne dediğini dinlediğimizde
alırız bunun cevabını. İçimizde kalmamasını
istediğimiz heveslere tabi olduğumuzda alırız bunun cevabını. Harcama
alışkanlığımızı, eğlence anlayışımızı haddini aşan müsriflerden öğrendiğimizde
alırız. Ailesiyle ilgilenmeyi çoluk-çocuğunu evin dışındaki mekanlarda ne
olduğu belli olmayan kültüre teslim etmek olarak anladığımızda alırız bunun
cevabını.
Armadillo Sendromu denen bir şey vardır. Hayatı öncekilerden
devraldığın gibi yaşar senden sonrakilere aynısıyla bırakırsın. Ne düzeltme, ne
ilave, ne çıkarma hiçbir şekilde müdahale etmeden yaşayıp devrettiğin hayatın
tasviridir bu. “ya onlar da hata ediyorsa” demeden yaşanan bir hayatın
tasviridir.
Her kapının eşiğinde dini bir takım yaşam prosedürlerimize, geleneklerimize
feda ettiğimiz sürece bu din bizim hayatımıza nasıl hakim olacak, hangimiz
sahabe neslini hatırlatan biri olacağız? Kritik zamanlarda ortaya çıkacak
Müslümanlığımız. Abdest, namaz, oruç zamanında herkes Müslüman, herkes mümin
zaten. Allah katındaki farkımız, kritik
kapı eşiklerinde belli olacak. Peygamberin
bizimle birlikte kapı eşiğinden içeri giremediği hangi safha bizi Müslüman
yapacak? İçeride onu bulamayacağımız hangi mekan bizim Müslümanlığımıza şahit olacak?
İçerideki biçime, dizayna karıştırılmayan Peygamber aleyhisselamın Rabbi olan
Allah içeride nasıl bir Müslüman görecek? Eşiğinden
içeri Peygamberin giremediği bir mekanda hangi işlere şahitlik edecek melekler
ve en önemlisi kapı eşiğinden içeri giremeyen dinin Rabbi olan Allah nasıl
kefil olacak içeridekilere?
Kapı eşiklerinde verdiğimiz
kararlar bizim ne olduğumuzu belirleyecek. Ne olmak istediğimiz değil ne
olduğumuz hayatımızı biçimlendirecek. Allah’da ne olmak istediğimize göre değil
ne olduğumuza göre mizanda değerlendirecek bizi. Sahabe gibi olmak isteyip
sahabenin ayaklarıyla çiğnediği şeyleri ve benzerlerini hiç umursamazca
hayatına buyur eden bir yaşam sahabe gibi yaşayan adam olarak değil sahte özlem
içindeki adam olarak değerlendirilecektir.
Sorun; tüm okumalara, öğrenmelere, bilmelere,
işitmelere rağmen yine de içinde bulunduğumuz yaşam biçiminin türevlerini kendi
ellerimizle devam ettirmektir.
Aslında biz… Evet aslında biz
imanımız pratiklerimize yenik düştüğünde kaybettik ideallerimizi. Almak
istediğimiz ile sunulan şeyler arasındaki tercihte sunulana yöneldiğimizde
kaybettik irademizi. İlan ettiğimiz (olduğumuzu söylediğimiz) şey ile
azmettiğimiz (yaptığımız)şeyler uyuşmadığında kaybettik kendimizi. Asil olana
teslimiyetten bahsederken zavallı olanın peşinden düşe kalka hayatımızı heder
ettiğimizde kaybettik yolumuzu. Canlar
canının yanında ağırlanmayı hayallerken can evimizden vuran gafil sofralara
çöktüğümüzde kaybettik kıymetimizi. Gerçeğimiz ile ideallerimiz arasında duracağımız
yeri belirleyemediğimizde kaybettik kararlılığımızı. Kavimlerin helak
sebeplerinin içinde yaşadığımız halde onların helaklerinin hikayesini anlatıp
durduğumuzda bağlandı basiretimiz. Dinlenme yerine bizden öncekilerin
gelişinden farklı gelip onlar gibi gittiğimizde anıldık aynı anılarda. Yol ile
ilgili kavramlarımız hezimete uğradığında yere geldi sırtımız. Yoldaki
işaretlerimizi fark edemez olduğumuzda saplanıp kaldık çamurlara. Ve fark
edemez olduk başımıza gelenleri. Dini
içeriye katmadığımız mekanlar kurduğumuzda yıkıldı tavanlar başımıza. Dini
kapı eşiğinde bıraktığımızda zelil etti bizi vefasızlığımız. Dinimizi bile
konuşamayacağımız mekanlara, makamlara talip olduğumuzda çöktü zillet
üzerimize. Her şeyi rahatça konuşup da din söz konusu olunca ucube bir şeyden
bahsediliyormuş gibi yadırganıcı bir hali oluşturduğumuzda yitirdi ortamlarımız
güvenini.
Anlatmayla yetindiğimiz şeyler
anlattığımız kimseler yapmadı bizi. Ne Ebu Bekir’den anı kaldı hayatımızda ne
Ömer’den ne Aişe’den, ne de Fatıma’dan…