19 Eylül 2014 Cuma

Kapı Eşiğinden İçeri Giremeyen Din

Bir toplum anatomisi çıkarsak karşımıza nasıl bir şey çıkar acaba?
Yıllarca eğitimini aldığımız, okuduğumuz şeyleri konuşup dursak da pratik hayatla karşılaştığımızda tabii olduğumuz şey bir hakikat olarak kabul ettiğimiz söylemlerimiz olmadı. Pratikte karşılaştığımız şey ne ise ona tabi olduk. Önceden yapılageleni tekrar edip durduk. Bu yüzden hiç sağlam bir ipimiz olmadı; tutunduk mu şöyle bi Rabbe götürecek sağlam bir ipimiz…
Bir toplum anatomisi çıkarsak karşımıza başka bir şey çıkar mı bilmiyorum.
Arkadaşlık, dostluk, evlilik, iş hayatı, ticaret, komşuluk, eğlence anlayışımız, alışkanlıklarımız, fikirlerimiz, sevme biçimimiz, öfkemiz…vs Hepsi yaşayageldiğimiz hayatın içinde lime lime örülmüş geleneğe uyduruldu. Uydurulan geleneğin ne kadar din ile ilişkili olup olmadığına hiç bakılmadı. Peygamberin hayatıyla ne kadar uyuşup uyuşmadığına hiç bakılmadı. Kıyaslama ihtiyacı hissedilmedi bile ya da kıyaslandı ama Nuh’un kavmi gibi kulak tıkandı, başlara örtüler geçirildi. Allah’ı ve Peygamberinin yaşamını unutturacak gelenekler hayatımızın her alanına yerleşmişken biz de bunları eleştirip dururken, onlarla ilk yüzleşmemizde geleneğe tabi oluverdik hemen. Çünkü hazır olanı yaşamanın kolaylığı ve meşruluğunu hayatımıza uyarlaması zorlu olan ve yadırganacak hakikatleri içeren söylemlerimize tercih ediverdik. Nihayetinde taşıyıcısı olduk dinimize hiç uymayan o uydurulmuş geleneklerimizin. İtiraz cümlelerinden yaptığımız yol üzerinde yürürken yolumuza yön veren işaretler geleneklerimiz oldu. Yani ne kadar paygamberin hayatıyla uyuşup uyuşmadığına bakmadığımız geleneklerimiz.
O utangaç, masum, arlı, edepli, iffetli, vefalı, ahlaklı, fedakar, hakkın rızasına ram olmuş, peygamber kokan, ashab kokan geleneklerimize tercih ettiğimiz gelenek kendi menfaatlerimize göre uydurup bir süre sonra hayatımızı karmakarışık hale getiren ar damarı çatlamış, edepten yoksun, ahlak zafiyeti içinde, ihanet kokan, fenalık barındıran, işleri zayi ettirecek gelenek olduğu günden beri hiç bitmedi hayata ve insana dair şikayetlenmelerimiz. Peygamber kokan, ashab kokan o gelenekten uzaklaştığımızdan beridir huzur bulmadı hayatlarımız. Kavga, gürültü, hasetlik, fesatlık, kin, fitne, düşkünlük, günah, zillet hayatımızın mayası haline geldi. Zamanla başımıza dert olacak o geleneği kendi ellerimizle icad ettik. Kendi icad ettiğimiz geleneğimiz inandığımız şeyin önüne geçti de ne yapıyorsak ne işliyorsak içini o geleneğimiz doldurdu. Bizi başkalaştıran bir geleneği icad ettik. Bu geleneği başkaları dayatmadı bize. Elbette şeytan ve adamları boş durmaz ama biz elimizle ta evimizin içine kadar alıp getiriyorsak fitneyi, fesadı, zilleti o zaman bu durumda buna başka müsebbip aramaya gerek yok kendimiz varız sadece. Kendi sözümüzün geçtiği evlerimizde bile biz Peygamber kokan, ashab kokan o anıları yaşamadıysak, kendi hayatımızda kurduğumuz tüm ilişkilerde peygamberi ve ashabı hatırlatan o yaşamı tercih etmediysek yani kapımızın eşiğinden Peygamberi ve ashabı içeriye almadıysak bunda bizden başka kim sorumlu olabilir.
Tercih ettiğimiz sunulanı almak oldu hep. Sonra onu yaşadık gittik öylece. Bu nedenle her işimizde aksaklık, sakatlık çıktı. Din anlayışımızda bile. Şeytanın canla başla mücadele edip etkin kılmaya çalıştığı her türlü haddi aşkınlığı, büyülenmiş gibi yaptığımız her şeyin içine doldurduk. Ticaretimize, arkadaşlığa, evliliğe, karşı cinsle olan konumumuza, komşuluğa, aklımıza, fikrimize, alışkanlıklarımıza, eğlence anlayışımıza, sevme biçimimize, öfkemize…vs her şeye yani. Bizi sınırlayan din yerine bize her türlü hareket etme özgürlüğünü veren kuralsız yaşama biçimine yöneldik.  İcad edilen şeyin taşıyıcısı olduk. Kendimizi sınırlayan dinden ve peygamberinden uzak kaldık. Ashab kokan o örneklerden uzak kaldık. İşte bu yüzden pratik bize hep galip geldi. Ne öğrendiğimiz ticaretimizi yapabildik. Ne öğrendiğimiz  evlilikleri yapabildik, ne övgüyle bahsettiğimiz anne-baba ilişkisi yaşayabildik. Ne Cibril’in hadisindeki gibi “varis” kılınacak zannedilen komşu ilişkilerini yaşayabildik. Yaşadığımız sadece gördüğümüz biçim (pratik) oldu. Yaşayamadıklarımız ise nostaljiye dönüştü.
Pratiği neticeleri itibariyle eleştirsek de her işimizde ona tabi olduğumuz için değiştiremedik. Pratik değişmedi değiştik. Değiştirmek için gittiğimiz yerden değişerek geri döndük. Dönüşerek… Temsil ettiğimiz şeyi hiç bilmemiş ya da temsil vasfımızı kaybetmiş halde. Sahabe gibi bir nesil beklentisi değil ama binde biri neden ortaya çıkmıyor bunun cevabı bu işte. Neden Ebu Bekir’in bir anısını ya da Ömer’in bir hatırasını yaşayamıyoruzun cevabı bu. Neden peygamber kokan o gelenek tarihin derinliklerinde özlenen bir hasret acısına dönüştü cevabı bu işte. Çocuğumuza bakışımızda ve onu nasıl görmek istediğimizde alırız bunun cevabını. Anne-baba olma şeklimizde alırız bunun cevabını. Hüznümüzde ve sevincimizde nasıl davrandığımızda alırız bunun cevabını. Güce karşı duruşumuzda alırız bunun cevabını. Zayıfa karşı duruşumuzda alırız. Eşyaya karşı duruşumuzda alırız. Dinden yana mı yoksa gelenekten yana mı tavır alacağımıza karar verdiğimizde görürüz bunun cevabını. Evimize aldığımız şeylerde, harcamalarımızda belli olur bunun cevabı. İhtiyaç hissettiğimiz şeylerin listesinde alırız bunun cevabını. Aileyle birlikte vakit geçirme anlayışımız ve içeriğinin doldurulma biçiminde alırız bunun cevabını. Eğlence anlayışımızda alırız. Ticaret anlayışımızda alırız. Evlilik ve evlenecek eş tercihimizde alırız. Dinin ne dediğini bildiğimiz konularda bile dinin değil özendiğimiz şeyin ne dediğini dinlediğimizde alırız bunun cevabını. İçimizde kalmamasını istediğimiz heveslere tabi olduğumuzda alırız bunun cevabını. Harcama alışkanlığımızı, eğlence anlayışımızı haddini aşan müsriflerden öğrendiğimizde alırız. Ailesiyle ilgilenmeyi çoluk-çocuğunu evin dışındaki mekanlarda ne olduğu belli olmayan kültüre teslim etmek olarak anladığımızda alırız bunun cevabını.
Armadillo Sendromu denen bir şey vardır. Hayatı öncekilerden devraldığın gibi yaşar senden sonrakilere aynısıyla bırakırsın. Ne düzeltme, ne ilave, ne çıkarma hiçbir şekilde müdahale etmeden yaşayıp devrettiğin hayatın tasviridir bu. “ya onlar da hata ediyorsa” demeden yaşanan bir hayatın tasviridir.  
Her kapının eşiğinde dini bir takım yaşam prosedürlerimize, geleneklerimize feda ettiğimiz sürece bu din bizim hayatımıza nasıl hakim olacak, hangimiz sahabe neslini hatırlatan biri olacağız? Kritik zamanlarda ortaya çıkacak Müslümanlığımız. Abdest, namaz, oruç zamanında herkes Müslüman, herkes mümin zaten. Allah katındaki farkımız, kritik kapı eşiklerinde belli olacak. Peygamberin bizimle birlikte kapı eşiğinden içeri giremediği hangi safha bizi Müslüman yapacak? İçeride onu bulamayacağımız hangi mekan bizim Müslümanlığımıza şahit olacak? İçerideki biçime, dizayna karıştırılmayan Peygamber aleyhisselamın Rabbi olan Allah içeride nasıl bir Müslüman görecek? Eşiğinden içeri Peygamberin giremediği bir mekanda hangi işlere şahitlik edecek melekler ve en önemlisi kapı eşiğinden içeri giremeyen dinin Rabbi olan Allah nasıl kefil olacak içeridekilere?
Kapı eşiklerinde verdiğimiz kararlar bizim ne olduğumuzu belirleyecek. Ne olmak istediğimiz değil ne olduğumuz hayatımızı biçimlendirecek. Allah’da ne olmak istediğimize göre değil ne olduğumuza göre mizanda değerlendirecek bizi. Sahabe gibi olmak isteyip sahabenin ayaklarıyla çiğnediği şeyleri ve benzerlerini hiç umursamazca hayatına buyur eden bir yaşam sahabe gibi yaşayan adam olarak değil sahte özlem içindeki adam olarak değerlendirilecektir.
Sorun; tüm okumalara, öğrenmelere, bilmelere, işitmelere rağmen yine de içinde bulunduğumuz yaşam biçiminin türevlerini kendi ellerimizle devam ettirmektir.
Aslında biz… Evet aslında biz imanımız pratiklerimize yenik düştüğünde kaybettik ideallerimizi. Almak istediğimiz ile sunulan şeyler arasındaki tercihte sunulana yöneldiğimizde kaybettik irademizi. İlan ettiğimiz (olduğumuzu söylediğimiz) şey ile azmettiğimiz (yaptığımız)şeyler uyuşmadığında kaybettik kendimizi. Asil olana teslimiyetten bahsederken zavallı olanın peşinden düşe kalka hayatımızı heder ettiğimizde kaybettik yolumuzu. Canlar canının yanında ağırlanmayı hayallerken can evimizden vuran gafil sofralara çöktüğümüzde kaybettik kıymetimizi. Gerçeğimiz ile ideallerimiz arasında duracağımız yeri belirleyemediğimizde kaybettik kararlılığımızı. Kavimlerin helak sebeplerinin içinde yaşadığımız halde onların helaklerinin hikayesini anlatıp durduğumuzda bağlandı basiretimiz. Dinlenme yerine bizden öncekilerin gelişinden farklı gelip onlar gibi gittiğimizde anıldık aynı anılarda. Yol ile ilgili kavramlarımız hezimete uğradığında yere geldi sırtımız. Yoldaki işaretlerimizi fark edemez olduğumuzda saplanıp kaldık çamurlara. Ve fark edemez olduk başımıza gelenleri. Dini içeriye katmadığımız mekanlar kurduğumuzda yıkıldı tavanlar başımıza. Dini kapı eşiğinde bıraktığımızda zelil etti bizi vefasızlığımız. Dinimizi bile konuşamayacağımız mekanlara, makamlara talip olduğumuzda çöktü zillet üzerimize. Her şeyi rahatça konuşup da din söz konusu olunca ucube bir şeyden bahsediliyormuş gibi yadırganıcı bir hali oluşturduğumuzda yitirdi ortamlarımız güvenini.
Anlatmayla yetindiğimiz şeyler anlattığımız kimseler yapmadı bizi. Ne Ebu Bekir’den anı kaldı hayatımızda ne Ömer’den ne Aişe’den, ne de Fatıma’dan…