21 Aralık 2022 Çarşamba

Defedilenlerin Ödettiği Bedel

         Gençler çalışmak istemiyor ve ardından gelen nesil de öyle geliyor…

Çalışmadan para kazanmak istiyor...

Hiçbir iş yapmak istemiyor…

Bunlar artık her gün sızlanıp durduğumuz şey haline geldi. Bu durum sadece bizim değil tüm dünyanın sorunu. Oyundan para kazanmak, Youtuberlıktan zengin olmak, bir gün iyi bir vole ile tüm dünyasını parlatmak... Hayallerde bunlar var. İnsanoğlunun bir gün zengin oluvermek arzusu bu nesilde ortaya çıkan bir şey değil. Önceden beri zengin oluverme isteği hep vardı zaten ama yanında “çalışmak” şartı da vardı. Bu şart taki bu günün gençlerine gelinceye kadardı. Artık bu şartı kaldırdı yeni nesil. Çalışmadan para kazanmak, zorlukla karşılaşmadan paraları kucağında görmek yani kedi olmadan fare yakalamak en büyük hedefleri artık. Peki bu nesil nasıl bu hale geldi? Bu anlayış nasıl oldu da münferid birtakım gevşeklikler olmaktan çıkıp tüm nesle hakim olan bir “olgu” haline geldi? Elbette bu nesil dağ başında çıkan bir ot gibi kendiliğinden ortaya çıkmadı. Hem sosyolojik hem psikolojik hem ekonomik hem ahlaki vs. olarak birçok sebebi var mutlaka. Fakat benim dikkatimi çeken şey iş dünyasının bu nesille ilgili serzenişi. Uzun yıllar öncesinde başlayan ve halen de büyük bir hızla devam eden "en az insanla hem çok iş yapmak hem de maliyeti düşürerek daha çok para kazanmak" gayesini kim güttü? Ürettiğimiz para kazanma projelerinde en az görmek istediğimiz mümkünse hiç görmek istemediğimiz insanları şimdi neden bu kadar çok görmek istiyoruz. Masraf, maliyet ve dert olarak gördüğümüz insanları şimdi fabrikalarımızda neden görmek istiyoruz? Neden “adam bulamıyoruz, kalifiyeli adam yok” gibi yakınmalarla bu sorunun birileri tarafından çözülmesini istiyoruz. İnsan varlığından rahatsız olarak ürettiğimiz para kazanma arzumuz gün geldi bizi bambaşka bir yönden vurdu. Fabrikalarımızda en az görmek istediğimiz şeydi insan. Şimdi gerçekten görmek istesek de fazla göremiyoruz. Yeni nesil ise ne fabrikada ne bir atölyede ne de bir masa başında çalışmak istemiyor artık. Bütün bunları biz mi yaptık? Evet, biz kendi ellerimizle bu nesli ortaya çıkardık. Şu bahanemiz olabilir; iyi de her şey makineleşmeye gidiyor, daha az sorunla daha fazla kar elde ediyoruz. Buna hiçbir şey diyemem. Ama bu bahaneye sığındığımızda hiçbir şey diyemeyeceğimiz bir şey var ki o da şudur; insanın yaşaması için yaratılan bu dünyada insana ait imkanları ya da fırsatları elinden aldığınızda, onun olması gereken alanları kazanma hırsımızla daralttığımızda karşımıza hiç hesap etmediğiniz dertler çıkacaktır. Bu gün bu yönüyle uğraşırız yarın başka bir yönüyle uğraşırız. Yahu biz böyle mi olmasını istedik? deme hakkımız hiç yok. “Ne ekersek onu biçiyoruz”. Dünya bizim hesaplarımız üzerine kurulu değil. Alemde işleyen şey sünnetullah'tır. İnsanı ihmal ettiğimizde (hangi sebepten olursa olsun) insanla sorun yaşarız. Uzaktaki olarak değerlendirip “defettiğimizi” ihmal ettiğimizde bile kendi yakınımızda bunu yaşarız, kaçışımız yok.

Yani diyorum ki; ta uzun yıllardır güttüğümüz “en az insanla hatta mümkünse insansız para kazanma hırsımız” bu gün bizi onların çocuklarına torunlarına muhtaç etti. Ne gariptir ki bu sefer “kapıdan defedilen bacadan girmeye çalışmıyor”. Aksine tenezzül bile etmiyor. Fabrikalarımızda “maliyet-masraf” diye babalarını görmek istemediğimiz çocuklar şimdi fabrika sahibi “para babalarını” takmıyor bile. Bozduğumuz dengenin bedelini ödüyoruz.

İşte bize en az insanla para kazanma imkanı? Haydi bakalım.

22 Eylül 2022 Perşembe

TALEPLER MASUM DEĞİL

 

Yeni isimler yeni kavramlarla fıtrata ait tüm dokuları bozuyorlar. Bilinçli bir şekilde paralarla sübvanse edilerek toplumdaki her türlü çözülmeyi destekliyorlar.

Aile yapısını bozuyorlar adına “KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ” deniyor. Kadın erkek sorunlarında çözümleyici olmayı değil parçalayıcı olmayı tercih ediyorlar. “Kadını Koruma” gibi masum ifadelerle de toplumun tüm erkeklerine “çekin ellerinizi kadınlardan!” höykürmesi geliyor. Sanki gasp edilmiş bir malı kurtarıyorlar gibi sanki alıkonulmuş bir namusu savunuyorlarmış gibi de rahatlar. Her türlü namussuzluk normalleştiği halde sesini çıkarmayanlar başkalarının kadınlarında kızlarında söz sahibi olmaya çalışıyorlar. O höykürmeyi topluma yapanların sesi duyulmadan önce toplumun böyle dertleri yoktu. Bu seslerin duyulmasından öncesinde ve sonrasında toplumun geldiği durum aşikardır.

Gençlere her türlü özgürlüğü hak ediyorsunuz deyip onlara da “Z KUŞAĞI” ismini veriyorlar. Aklını her türlü muzurluk, cinsellik ve sefahata ulaşmaya takmış, “geçimi” için “devinmeyi” gereksiz görüp bir tuşta milyonları kazanmayı isteyen, her türlü ahlaki sınırlamaya itiraz eden, kuralsız ve şımarık hoppalara “Z Kuşağının yitimi” gibi cımbız kelimelerle koruma kalkanı oluşturulmaya çalışılıyor. Büyüklere suç yüklenirken Z Kuşağına masumiyet atfediliyor. Kadınlarda olduğu gibi “çekin ellerinizi gençlerden” deniyor. Hey hât gel gör ki her kavmin şımarıkları olduğu gibi bizim kavmimizin de şımarıkları var. Ahlaksızlıklar ve kuralsızlıklar yeni bir isim verilmekle normalleşecek mi? Bu gün birilerinin her türlü özgürlük vaadiyle satın alınan sözüm ona Z Kuşağı hiç büyüyüp kendi yaptıklarının hesabını vereceği ölümü tatmayacak mı? Haşa peygamberden şefaatli Allah’tan da mağfiretli mi bunlar?...  Z kuşağı denilen kitlenin fotoğrafı şımarık, doyumsuz, kuralsız ve değersizliği barındıran görüntü vermekte. Din, ahlak, kültür, adabı muaşeret umursanacak bir şey olmaktan neredeyse çıkmış durumda. Bu vasıfta gençler de her dönemde olmuştur olacaktırda. Bu gün Z Kuşağı ismi verilmesi yeryüzünde daha önce benzeri olmamış tipler olduğu anlamına gelmez.

Cinsiyetin haysiyetsizleştirilmeye çalışılmasının adına “ÖZGÜR TERCİH” deyip bu duruma karşı tavır alanlara da “baskıcı” diyerek korku salınmaya çalışılıyor. Toplumsal kanaati etkilemek adına her türlü satın almalar yapılıyor. Reklam filmlerinde oynatmalar, turnelerle desteklenmeler, uluslararası etki alanlarında isimlerinin gündem yapılması, Lobiler oluşturulması ve bu lobilerin sponsorluklarının büyük büyük firmalarla yaptırılması. Ama Allah en büyüktür. Allah’ın defterini dürdüğü lanetli duruma da ben hiçbir sebeple “saygı” duyamam.

Kısacası; her toplumsal bozulmanın altında “masum talepler” değil; “şeytanla sözleşmeli” olanlar vardır. Ben bir Müslümanım ve bunları da asla kabullenmeyeceğim. Müslüman kimliği olduğunu ifade eden birini zelil duruma düşüren şey ise; “efendim kabul etmesek de saygı duymalıyız, herkesin fikrine tercihine saygı duymamız lazım” kompleksidir. Ne saygısı yahu! Adam öldürene de tercihinden dolayı saygı duysana madem. Koskoca toplumun cinayeti işleniyor herkesin gözü önünde. Hangi saygı? Ben bunların hiçbirine saygı duymuyorum. Hele hele demokrasi adına hiç saygı duymuyorum!!! Hiç mi omurgamız kalmadı bizim.

Bu yazdıklarım malumun ilanı için değil şahitliğimi ve tarafımı belirtmek içindir. Her geçen gün sinsice bilinçaltına yapılan baskılar karşısındaki duruşumu ızhar etmek içindir.  “Fikir özgürlüğüdür, bireysel tercihtir, saygı duyuyoruz efendim!” diyen demokratlardan olmadığımı beyan etmek içindir. Zira söylediğimiz her sözün, aldığımız her tavrın hesabını soracak bir Allah var. Toplumu ateşe veren günahkarların günahına zerrece ortak olamam; demokrasi ve fikir özgürlüğü adına bile olsa. Tarafım demokratlıktan yana değil Müslümanlığımdan yanadır.

28 Ağustos 2022 Pazar

NAMUS

 

Ömer Seyfettin’in çok sevdiğim bir hikayesidir. Hikayeyi her okuyuşumda yaşadığım toplumun namus anlayışı ile hikayede anlatılan çingenenin namus hassasiyeti arasındaki mesafenin toplumumun aleyhine sürekli değişmekte olduğunu görürüm.

Hikaye kısaca şöyledir: Bir çingene ailesinin reisi akşama doğru evine gelir, avlunun kapısını açar. Gördüğü manzara karşısında öfkeden delirir. Ve kendisini idama götürecek cinayetleri işler. İdam günü gelir. Jandarmalar zayıf, sıska, kirli suratlı çingeneyi arabaya bindirirler suç mahalline götürürler. Çingene idama gittiğini bile bilmeden biner arabaya. Yolculuk esnasında yanında oturan Jandarma suçunu sorar. “Namus davasıdır ağam” der çingene. Devam eder; “ah namus, bre namus!” Jandarma sorar; karını bir başkasıyla mı yakaladın? Hayır der çingene. Jandarma tekrar sorar; o halde kızını yakaladın. Hayır, der. Sonra da başından geçenleri başlar anlatmaya: Bir gün akşama doğru evime geldim avlu kapısını açtığımda karım, kız kardeşim, anam, halam, küçük kızlarım, yengem toplanmışlar. Bir şeye hem bakıyorlar, hem gülüyorlar. Jandarma hikayeyi pek merak eder. Ağzından sigarasını çeker: De hele neye bakıyorlardı? Çingene tekrar "namus bre, namus" diyerek kafasını arabanın duvarına vurur: Bizim Çomar'a, Hüsmen’in sarı erkek köpeği yapışmış. Onlar da içeri almışlar seyrediyorlar. Birdenbire hiddetlendim. "Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?" dedim. Jandarma gülmekten kendinden geçer tam o esnada çingene “bende elime geçirdiğim kör baltayla önce bizim Çomarın kafasını ikiye yardım, sonra da bizimkilerin kafalarına vurdum, öldürdüm ama Hüsmen’in sarı köpeğini yakalayamadım, kaçtı”.  Tam dokuz kişiyi öldürmüştür Çingene. Jandarma o an donakalır ve elinde sarmakta olduğu sigarayı yere düşürür. Jandarma o an kendini düşündü; kendi namussuzluğuna şükrediyordu. Evet bu çingene gibi içlerinde bir iki namuslu adam olsaydı, bütün kasaba halkını, Hıdırellez günü yaylada kılıçtan geçirmek gerekecekti… Nihayet suç mahalline gelirler. Çingene yağlanan urganları görünce “beni asacak mısınız?” deyip bağırmaya başlar. O’nu asacak olanlar olayı öğrendikçe içlerinden saygı da duymaya başlar. Bu kadar şiddetli bir namus sevdası kolay kolay görülecek bir şey değildi. Hükmü veren aksakallı hakim ağlamaklıdır. Bu kadar namus düşkünü olan birinin son bir isteği var mı, var ise nedir merak eder: “Oğlum ben kırk yıldır senin gibisini görmedim. Haklısın ama kanun da bana seni asmamı söylüyor. Evladım bizden bir isteğin var mıdır?” diye sorar. Çingene “Var! Var ama yapmazsınız biliyorum” der. Hakim “söyle oğlum senin istediğin neyse yapacağım” der. Çingene yineler söylediğini “hep böyle söylersiniz ama yalanla kandırırsınız” der. Hakim “oğlum vallahi de billahi de isteğini yerine getireceğim, nedir söyle?” der. Çingene “iyi o zaman söyleyeceğim” dediğinde herkes onun ne isteyeceğini merak etmeye başlar. Hakim yaklaşır “söyle evladım” der. Çingene; “Hüsmen’in kaçan sarı köpeğini buldur ve herkesin önünde iğdiş ettir. Böylece herkesin namusu da kurtulsun”…

Askerin gülmekten kendinden geçtiği olay çingene için büyük bir ayıp ve namus davasıydı. Namussuzluğa bakmak ondan zevk almak, eğlence çıkarmak cinayet sebebiydi. Jandarmayı zevklendirip neşelendiren arsızlık çingeneyi ipe götürüyordu. Namuslu olma derdinde olanlar çingene gibi bir gün ipe gideceğini bilmeli. Kendilerince namus anlayışını yeniden yazan hayasızların tüm çıplaklık ve şehvetlerini ulu orta sergilediği meydanlarda, televizyonlarda, internette onu ipe götürmelerini göze alacak. Onların eğlencesini ellerinden alma gayretine giren herkes onların zehirli oklarından nasibi olacak. Dinlisi dinsizi hiç fark etmez hayasızlığa ve namussuzluğa itiraz ettiğinde bedel ödetilecek. 

Toplumun namus anlayışının, çingenenin “Çomarı” ile “Hüsmenin Sarı Köpeği” arasındaki uluorta ilişkiyi normalleştirdiği seviyeye indiğini artık reddedebilecek bir tane bile akıllı adam çıkmaz. Çıkarsa zevki elinden alınan karşı çıkar. Bunun adı ne hürriyettir ne namustur ne medeniyettir. Hapishanelerde namus davasından yatan kaç kişi vardır Allah bilir. Toplum zevklenip eğlendiği şeylerin kendisini bela olarak acımasızca yakalamasına şahit olmakta. Hem acı çekiyor hem de bir şey yapamıyor. Namussuzlukların sanat diye satıldığı mecralara paralar verip “abone” olanların (hangi mahalleden olursa olsun) Hüsmen’in sarı köpeğinin çingenenin çomarına ilişmesine zevklenerek bakıp eğlence edinenlerden farkı kalmamıştır.

Müslümanım diyen birinin uykularını dahi kaçıracak kadar tehlikeli boyutlara gelmiştir namussuzluklar. “Yapma-etme” dediğinde suçlusun. Özel hayata müdahale… Kişilik haklarını hukukun dışında kimse sınırlayamaz… vesair vesair bir sürü terane. Hukuktan da ses yok ne yapacağız. Sonra da kah komşular arasında kah akrabalar arasında kah üvey-öz fark etmeden ebeveyn ile çocuklar arasında kah yakın arkadaşlıklar arasında kah okul köşelerinde kah iş ortamlarında namussuzluklar artacak.

Bir bakışın, bir sözün, bir hareketin karşılığının mutlaka ama mutlaka olduğu/olacağı bir dünyada yaşıyoruz. Her gevşek davranışın bedeller ödeteceği nizami bir kainatın parçasıyız. Kainatın nizamını zorlayanlar yaratılıştan bu yana hiçbir zaman beladan kurtulamadı, şimdi de kurtulamayacak. Müslüman olduğunu söyleyen de din ile ilgisi olmadığını söyleyen de hiç fark etmez.

Yahu adamın karısını kıskanmasına bile “bağnazlık” diyecek kadar namussuzluktan zevklenenlerin baskın olduğu bir toplumumuz var bizim.

Çingenenin hassasiyetini anlamayan namus davasını da anlayamayacak. İnsanın insana uluorta iliştiği bir dünyada “özgürlük” narası atanlara çingenenin namus hassasiyetinden zerre nasip olmayacak. İnsanın insana ya da hayvanın hayvana iliştiğine zevklenerek bakanlar hem namus hassasiyetinin yeryüzünden kalkmasının vebalini alacaklar hem de namus düşkünü insanların yeryüzünden kaldırılmalarının veya etkisiz bırakılmalarının vebalini alacaklar. Her şeye rağmen namus düşkünü olanların en son arzusu onu unutanlara, onu basite alanlara inat; namussuzluğu kökünden kurutup “el alemin namusunu” emniyete almak olacak. Yani o “Hüsmen’in sarı köpeği bulunacak” ve iğdiş edilecek. “El alemin namusu sana mı kaldı” diyenlere inat “Hüsmen’in sarı köpeği” iğdiş edilecek. Namuslu insanların vasiyeti gerçekleşecek.

30 Mart 2021 Salı

NAKARAT

     Bazen…

Savaştığın ya da savaşıp yok edeceğini söylediğin şey hiç farkında olmadan dilinde bir nakarata dönüşebiliyor; hem de içinde büyük hayaller ve beklentilerin olduğu bir nakarata.

Gözüne perde çekilmişse yani olayları anlayacak zihni çaban, gidişatı görecek ferasetin ve olayların arkasında olan şeyleri fark edebilecek basiretin yoksa düşmanının seni yok etme üzerine kurulu nakaratını büyük bir arzuyla tekrar edip durur hale gelirsin.  Bununla da mutlu olursun.

Nakaratı her tekrar edişinde dertlerinden sıyrılmış gibi, arzuladığın güzelliklere kavuşmuş gibi rahatlarsın. Belki onun kadar hiçbir şey mutluluk vermez sana.

Gönlüne çekilen cila, hayallerine sunulan bahar, geleceğine olan umut seni yok etmenin yeminidir aslında. Ama sen bunu fark etmezsin.

Bazen…

İnsan, sonunda hüsrana uğratacak şeyin nakaratına kaptırır kendini.

Sen onunla geleceğinde güzel günler hayal ederken o seni kötü bir akıbete çeker. Sen ona  yüceltecek karşılıklar verirken o seni basalayıp geçeceği oyunlarını kurar.

Hangi şeyi mırıldandığınıza, hangi şeyi dillendirdiğinize dikkat etmek gerekiyor.

Çünkü bazen nakaratlar felaketi getirir.

Çünkü bazen senin dinlediğin ile karşıdakinin söylediği aynı şey değildir. Sen farklı anlarsın o senin anladığının tam da zıddını kasteder.

Çünkü bazen kötü bir şekilde kanar ve kandırılırsın.

Çünkü bazen, açığa çıktığında en utanç verici şeye gönül verdiğini fark edersin. Hem kendine hem etrafına en büyük zararı olacak şeyin peşinde koştuğunu fark edersin. İşte o an yerin dibine girmek her şeyden daha sevimli gelir sana.

Ömer Seyfettin’in “Nakarat” isimli hikayesi bu utancın çok güzel anlatımıdır. Ömer Seyfettin

Bulgaristan’a görevlendirilmiş bir Zabitın hikayesini anlatır; Bulgaristan’ın Pirbeliçe kasabasına Çetecilerle mücadele etmesi için görevlendirilen genç bir Zabitın hikayesini. Genç Zabit kasabada sahibi Bulgar olan bir dükkanın üst tarafındaki çok da iyi olmayan bir eve yerleşir.

İstanbul hep aklındadır. Uzun zamandır görmediği annesini ve İstanbul’u çok özler. İstanbul onun dönebilme hayalini kurduğu bir yerdir. Annesinden ve çok sevdiği İstanbul’undan uzak kaldığından beri bu özlem ve hislerle oyalanıp günlerini geçirmiştir.

Zabit’in kaldığı yer çok bakımsız bir yerdir. Odanın birinde bulunan ahşap kısımda daha önce kalanların yazdıkları hatıraları vardır. Belli ki kendinden önce de burada çok Osmanlı Zabit’i kalmıştı. Tek tek okur onları. Hepsinde ayrı bir özlem ayrı bir dünya vardır. Zabit, ertesi gün kaldığı yerin penceresinden bir ses işitir. Pencereden baktığında genç bir kızın şarkı söylediğini görür. Hoşuna gider nağmeleri. Fakat kızın ne söylediğini anlamamaktadır. Çünkü kız Bulgar’dır. Zabit bu şarkıyı her gün dinler. Kızın endamı, sesi onu mest eder. Zamanla kıza aşık olur. Söylediği şarkının nakaratlarını daha bir beğenir, nakarattan daha bir hoşlanır. Naş, naş Çarıgırat Naş…  Kız bu nakaratlara geldiğinde nedense daha bir heyecanlı daha bir güzel söyler şarkıyı. Kim bilir ne demekti bu “Çarıgırat naş”. Kızın o çekici tavırları ve güzel sesiyle gözlerine bakarak söylediği şarkıdan ve nakarattan kendi içindeki duygularına karşılık verdiğini zannedip nakaratlara eşlik etmeye de başlar. Bu kadar heyecanlı ve gözlerine bakarak söylediğine göre herhalde “seni seviyorum” diyordu. Hatta bir gün  sevdiği kıza jest yapar, pencereden seslenir; “naş naş Çarıgırat naş…!” Taraçaya çıkan kız buna şaşıp kalır ve daha bir heyecanla ona karşılık verir. Daha bir kıvrak ve mutlulukla oynar, nakaratı daha güçlü söylemeye başlar.

Genç Zabit dışarı çıkıp çetecilerle ilgili malumat toparlaması gerekirken artık evden hiç çıkmaz olur. Tek amacı hayatına heyecan katan bu güzel kızı her gün görebilmektir. O kız da her gün oraya çıkar şarkısını söyler Zabit de onu izler anlamını bilmediği ama çok hoşlandığı nakaratlarına eşlik eder. Bir gün görev yerinin değiştiğini ve Manastır’a gideceğini öğrenir. Artık buradaki askerlik görevi sona ermiştir. Bu durum onu çok üzer. Sevdiği kızdan ayrılacak olmanın hüznü sarar. Veda günü gelmiştir artık. Önceden o odada kalanlar gibi ahşap kısım üzerine bir anı bırakmak ister. Kıza olan aşkını hatırlatacak o çok sevdiği nakaratları kazır ahşap üzerine.  Ona aşkını da söyleyip gidecektir ama kız görünürde yoktur. Pencereden defalarca nakaratı tekrar eder lakin durum değişmez. Kız ne ses verir ne taraçaya çıkar. Zabit bu durumu çok merak eder.  Dükkan sahibine sorar o da onların taşınıp başka bir memlekete gittiğini fakat nereye gittiklerini bilmediğini söyler.  Türk Zabit’in aklında bir şey kalmıştır; acaba o kız nakaratta ne söylüyordu.  Nakaratı tekrar eder  ve dükkan sahibine sorar, o da “yok beyim olur mu hiç öyle şey” der. Zabit şaşırır “ne demek bu?”. Dükkan sahibi “aman efendim bizim burada böyle bir namussuzluk yapacak kimse olmaz” der. Zabit iyice şaşırır. Herhalde müstehcen bir şey bu diye düşünür. “Ne diyorsun sen ne namussuzluğu? Ne demek bu söylesene” der. Dükkan sahibi zorla konuşur; “Bizim olacak, bizim olacak!”. Zabit “nedir o bizim olacak olan?” der. “Çarıgırat bizim olacak!”. Söylesene adam “Çarıgırat ne demek”. “İstanbul” demek efendim. Zabit duydukları karşısında beyninden vurulmuşa döner. Nakaratın anlamı ortaya çıkmıştır.

“Bizim olacak, bizim olacak!

İstanbul bizim olacak!”

 

Ve öğrenir ki kızın babası, Osmanlı askerleriyle ormanda çatışmada öldürülen Bulgar bir çete reisinin kızıdır. Türk Zabit tümden yıkılmıştır. Çünkü o, kıza bakarken ne düşünüyordu kız ona bakarken neler söylüyormuş. Kızın güzelliğine, endamına kapıldığından dolayı gerçeği görememişti. Ettiği küfürleri tatlı bir aşk şarkısı zannedip ona eşlik etmişti. Taraçadan koca bir millete küfürler yağdırmıştı da bunu fark edememişti. Bütün bunlara seve seve de eşlik etmişti. Kapıldığı cazibe ona düştüğü zaafı fark ettirmemişti.

Asker...

Vatanı korumakla memur...

İsyancı ve düşmana karşı her an tetikte olması gereken bir kişi…

Tüm bunlara karşı gözü açık olması gerekirken bir görevliyken arzularına gem vuramadığı için İstanbul’a göz diken düşmanlarının nakaratına vurulan bir ahmağa dönüşüvermişti.

Ne büyük bir utançtı bu.

Evet bazen…

Gözlerine ve gönlüne inen perde seni aptal aşık durumuna düşürür. Sen bunu fark ettiğinde yapacağın hamleyi yapamaz, söylemen gerekeni söyleyemez hale gelirsin. Düştüğün zillet seni sükûtu hayale uğratır. O vakitten sonra kendine bile itibarın kalmaz artık. Seni bu duruma düşüren şeyin kendi eksikliğinden mi yoksa karşıdakinin zekiliğinden mi kaynaklandığını düşünmekten kendini yer bitirirsin. Kandırılmış olmanın öfkesi ile kanmanın saflığı arasında dövünür durursun. Utançtan yok olmayı arzu edersin.

Nakaratı tekrar ettiren kızın, çeteci babasının kendi davasında öldüğünü hatırlayıp kendisinin ise ne büyük bir acziyet ve aptallığın içine düştüğünü fark eden Türk Zabit gibi zilletin dibine düşersin.

Kandırılmanın da kanmanın da aslında bir boşluk içinde olmandan kaynaklandığını anlarsın. Hayata kendini öylece teslim edivermenin acı bedelini ödersin.

Nakaratları tekrar etmek masumiyetten mi kaynaklanır yoksa körlükten mi? Çoğu kez masumiyetten kaynaklandığı ile açıklansa da sinsi ve yıkıcı etkileri olduğunu görülemediği ve bir türlü ikna olunmadığı için körlükten kaynaklandığı kesinleşir.

İnsan neye yönelmişse onu görür. Bir nakaratta bin güzellik bulursun ama başkası o nakaratta binlerce tezgahın, ayak oyununun kirli emellerin taşlarını döşer. Baktığın yer kadar gördüğün şey de önemlidir. Baktığın şeyde Türk Zabit’i gibi arzu ve ihtirası görürsen tezgahı fark edemezsin. Seni sen yapan da görebildiklerinden ibarettir. Fark edemiyorsan nakaratların sonunda gelecek olan acının dünyanı mahfetmesine de mani olamayacaksın seni bir hiç haline dönüştürmesine de. Gördüğün/fark ettiğin kadar olayları çözebilir; göremediğin/fark edemediğin kadar düğümlenir kalırsın.

Nakaratların olduğu dünyada kalbinde ve hayatında korunması gereken şeylerin de olduğunu bilmelisin. Dilimize düşmüş ve çokça kullandığımız nakaratlarımızın ardını aralayıp bakmak zorundayız.

Nakaratlar bizi özendiğimiz, arzuladığımız şeye götürür. Nakaratlarımız bizi teslim almış şeylerdir ya da teslim olduğumuz şeylerdir. Önemli olan nakaratların ardından gelecek olanı görebilmektir.

Bazen…

Korumak ve kollamakla mükellef olduğumuz şeylere karşı vazifemizi yerine getirdiğimizi zannettiğimiz zamanlarda, korumakla mükellef olduğumuz şeyi kişisel arzularımız ve basiretsizliğimiz nedeniyle karşıya altın tepside sunarız.

Toplumsal dönüşümlerin yaşandığı ve bireylerin bu dönüşümlerden etkilendiği her dönemde bu sorunlar ciddi oranda yaşanmıştır. Her dönüşüm çağında da sorun olarak karşımıza gelecektir.

Etkisi altına girdiğimiz her söylem bir nakarattır.

Uğruna çok şeyi yıkmayı göze alarak getirmek istediğimiz değişiklikler bir nakarattır.

Özgürlük arzusu bir nakarattır.

Eşitlik söylemi bir nakarattır.

Hürriyet arzusu bir nakarattır.

Aile anlayışı bir nakarattır.

Nesil yetiştirme tarzı bir nakarattır.

Namus anlayışı bir nakarattır.

Yaşamımız boyunca yüzlerce nakaratı tekrar eder dururuz. Önemli olan bu nakaratın kimden ve nasıl geldiğidir.

Sonu bize ve toplumumuza hüsranı getirecek nakaratların ardında olanı görememek aptal aşık gibi yıkıma ve zillete düşürecektir. Bizi o nakaratların sahiplerine hazır askerlere dönüştürecektir.

Toplum ve insan adına tekrar edip durduğumuz nakaratlar Türk Zabit gibi bizi hüsrana uğratabilir. İstanbul’a özlem duyup onu korumaya yemin etmişken İstanbul’a göz dikenlerin nakaratını tekrar edip durduğumuzu nice zaman sonra anlayabiliriz.

Gözümüze baka baka koca bir millete ve geçmişine küfredilir de bunu tatlı bir aşk şarkısı gibi dinleriz.


1 Aralık 2019 Pazar

Masal mı Hakikat mi?


       Bir hakikatin masala dönüşmesi nasıl olur?
Şöyle olur; o hakikatin muhataplarında hiçbir etkisinin kalmaması hemen bir sonraki nesilde unutulması/unutturulması ve onlardan da sonra gelen nesilde bu dünyada olmayan bir şeyden bahseder gibi bahsedilmesiyle olur. Misal; bir babanın döneminde haram, helal, zina, faiz, iffet, mahrem vs. kavramlar hayatın en fazla hassasiyet barındırdığı hakikatlerdi diyelim. Bu hakikatler babanın oğlunun döneminde unutulmaya yüz tutmuş ve unutturulmak için büyük gayretler sarf edilmiş; hem de devlet imkanları bile kullanılmış. Nihayetinde bu hakikatler oğul döneminde tüm hassasiyetini yitirmiş, etkilemez olmuş. Ve torun döneminde bu hakikatlerin/kavramların yaşanan dünya ile hiç alakası kalmamış. Olaylara bu gözle bakılmaktan tamamen uzak kalınmış. Yaşanan hiçbir olayda, sorgulanan hiçbir suçta, akan hiçbir kanda, yaşanan cinnetlerde helal, haram, zina, faiz, iffet, mahrem vs. bunların hiç birisi gündeme bile gelmemiş. Her olay kendi içinde değerlendirilmiş. Sebep başka şeylerde aranmış. Yani o hale gelmiş ki insanlar yaşananları açıklamak için bu kavramlardan birini ya da birkaçını kullanmaya kalksa “ne alakası var ya!” diyerek sanki kendi dünyalarıyla alakası olmayan bir şeyden bahsediyormuş gibi davranmış. Bir masal dünyasından bahsediyormuş gibi davranmışlar. Anlatılanlar Kur’an’ın temel kavramları olmasına rağmen onların dünyasında hiçbir hakikatliği olmamış. Bir masaldan çare üretme çabası görüp alaycı bir gülümsemeyle yaklaşmışlar yapılan nasihatlere. Halbuki bu kavramlarla ilgili nasihatler çok değil iki nesil öncesinde huzurlu bir hayat bahşetmişti dedelerine. Tüm sıkıntılara rağmen huzurlu bir hayat… Çünkü insan ciddiye aldığı şey kadar karşılık bulur. Yazık ki o kavramlar, o hakikatler dedelerinin döneminde kalmıştı. Dedelerinde, ninelerinde gördükleri eskilere ait bir “nostalji” olmuştu. Allah’tan gelene dedelerinden gelen şeymiş gibi muamele ettiler. “Onlar Allah’tan geleni unuttular Allah da onları unuttu.”  (Tevbe; 67)  Sonra da “elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde onları fesat sardı, belki fark ederler de vazgeçerler diye Allah yaptıklarının karşılığını tattırıyor.” (Rum;41)
     Tıpkı kendilerinden öncekileri yaşamışlar. Facebook’ta, Twitter’da, İnstegram’da, Youtube’da, bir kariyer toplantısında, bir akademik platformda, bir siyasi toplantıda, bir cafedeki çay ortamında, okul gezisinde, okul derslerinde, evlerde, ticaretlerinde bu kavramlardan ne bahsetmişler ne de varlığına dair bir haberleri olmuş. Bu hakikatler sadece daha öncekileri meşgul etmiş bir şey gibi hep hayatlarının dışında tutmuşlar. Sonra da onlara bu hakikatlerden bahsedince  “…bunlar eskilerin masallarıdır …” (Mutaffifin ;13) diyenlerin davranışlarına benzer davranışlar sergilemeye başlar olmuşlar. Halbuki iş öyle değilmiş  … Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmış.” (Mutafifin;14)
     Hakikati “masal”laştırmaya çalışanlar kendilerinin daha beterine düçar olacaklarını unutmuşlar. Masallarda bile kendilerine yer bulamayacaklarını fark edememişler.

14 Mayıs 2019 Salı

Bahar Ve Kelebekler


  Bugünkü kadın tartışmalarına müthiş bir örnek. Buyurun efendim bir derleme yaptım.
 Ömer Seyfettin’in “BAHAR VE KELEBEKLER” Hikayesi’nden. Meşrutiyet öncesi kadınını simgeleyen Büyükanne ile Meşrutiyet ve daha sonrası (batılı) kadınını simgeleyen 20’li yaşlardaki torununun konuşmasından alıntılar:
“(Büyükanne, Fransızca kitaplar okuyup onlardan etkilenen ama bir türlü mutluluğu yakalayamayan torununa konuşur) Hayır,hayır! Türk kadınları asla sevinçten yoksun değildiler. Sevinçten, mutluluktan yoksun olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… ne kadar mutluyduk. Oysa siz şu zehirleyici kitaplara kapılıyorsunuz, düşüp, solup gidiyorsunuz. Hırçın berbat, dayanılmaz bir yaratık oluyorsunuz… Siz Frenk mürebbiyelerinin elinde büyüyor kendinizi unutuyorsunuz. Onlara benzemek arzusuyla kendinizden uzaklaşıyorsunuz ve etrafınızdan nefret ediyorsunuz… Bizim zamanımızda kadınların ve erkeklerin hayatı ayrıydı. Kadınların kendilerine ait eğlenceleri vardı. Binlerce kadın kendi kendine gülüşür eğlenirdi. Moda denen şey yoktu. Kızlar annelerinin giydikleriyle mutlu olurdu. Torunlar büyük annelerinin mücevherlerini takarlardı…
Erkekler yalnızca kendi kadınlarını tanırlardı sonra evlerine gelirler, karılarına doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri bulurlardı… Kahvehaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, içkili salonlar, kerhaneler vb. bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran kadınları tenha evlerde unutulmuş bekçi gibi bırakan felaket mekanları yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden mutlu bir yaşam içindeydi…
Kadınlar sık sık elbise değiştirip moda çılgınlığından, soğukluklarından, boş bir kibirden, anlamsız üstünlük iddiasından başka bir şey yapmıyorlar.
Alafrangalık veba gibi içimize girdi. Tebessümlerimizi sildi. Örtülerimizi parçaladı, pabuçlarımızı attı, parmaklarımızı narin bir mercan gibi süsleyen kınalarımızı bile ortadan kaldırdı. Eşyamızı ve kıyafetimizi değiştirirken ruhlarımızı da değiştirdi. Her şeyden nefret eden, hastalıklı bir nesil geldi…
Şimdiki kadınlar kendileri okudukça anladıkça erkeklere yaklaştıkça ilkel kadınlıklarından, dişilik unsuru olmaktan uzaklaşıyorlardı ne de olsa. Ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor. Eski kadınlığın zevke, mutluluğa araç olarak kabul ettiği dişiliğin kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Özel tapınak kadar sessiz evlerine hapishane gibi bakıyorlar. Eski kadın kıyafetlerini ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz gizlilik örtüleri kabul ediyorlardı… Mademki yükseleceklerdi o halde mutlaka değişeceklerdi mutlaka eskiye benzemeyeceklerdi. O halde Türk kadını yüzyıllar önceki haliyle ilkel kalamazdı. Kuklalıktan, dişilik unsuru olmaktan çıkacak, gerçek bir kadın olacaktı. Erkeklerden üstün olmasa bile onlara eşit olacaktı… (Öyle ya) Türk kadınlığı bir gün yüksek anlayışıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ayıklama sayesinde harika haline gelen yüzüyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak saygıdeğerliğe yükselecekti….
Zavallı yeni nesil!  
Bahçedeki o sarı kelebek şimdiki Türk kadınlığının talihinin ancak felaket, keder, ölüm olduğuna ebediyen siyah kefenini yırtamayacağına, gizlenmeden kurtulamayacağına; evlerin boş tenha duvarları arasında meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine inandırır gibiydi.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Sahte Cennet

Müptelası olduk.
Tıpkı alkol gibi, uyuşturucu gibi. Bunun için de elinden alındığında bir uyuşturucu ya da alkol müptelası gibi tepki veriliyor.
Klinik bir vakıa halini aldı. Ama ilacı yok.
Ona müptela olanlar, duymuyorlar, tepki vermiyorlar, dünyaya kapanıyorlar, insanların arasına çıkmıyorlar, saldırgan hal alıyorlar. Etkilenmekten başka refleksleri yok, edilgen ve yönlendirilen nihayetinde de kandırılan konumundalar. Kolayca intihara kadar gidebiliyorlar.
Beyinleri süngerin suyu çektiği gibi her geçen gün biraz daha çekiliyor.
Konuşmuyorlar sadece bakıyorlar, konuşmayı anlamsız görüp konuşanları rahatsız edici görüyorlar. Bir kulaklıkla bütün dünyaya kendilerini kapatıyorlar. O bir çift kulaklıkla tüm sorumluluklarından azade oluyorlar.
Kıymetli ya da kıymetsiz şeyler bağımlısı oldukları o şeye göre şekilleniyor. Arkadaşlarını da ona göre seçiyor düşmanlarını da. Mutlulukları da ona göre beliriyor üzüntüleri de.
Yokluğunu nefes almaktan yemek yemekten daha fazla hissediyorlar.
Yokluğunda can damarına bıçak atılmış gibi debeleniliyor. İniltiler duyuluyor, bağırtılar geliyor, tepiniliyor. Dokunulabildiğinde sakinleşiliyor.
Her gün her saat hatta her dakikasına da mâlolsa onunla kalmak en büyük arzu haline geliyor. Gözün açıldığı ilk andan gözün kapandığı son ana kadar neredeyse her an ona feda ediliyor.
Tamamen cansız olduğu halde, hiçbir şeye gücü yetmediği halde ve yaşama imkanını ancak ve ancak ona müptela olanların tercihleriyle bulabileceği kadar aciz olmasına rağmen cazibesi ile baba ile oğulun, anne ile kızın, öğretmen ile öğrencinin, hoca ile cemaatin, amir ile memurun, işçi ile işverenin hasılı insan ile fıtratın arasını açabilecek kadar güce erişmiştir.
Tapınılmaya başlandı.
Uğruna her şey feda edilmeye başlandı; eş, çoluk-çocuk, akraba, dost, arkadaş, ekmek derdi, ömür, kazanç vs.
Sanki yemin etmiş gibi, biat etmiş gibi, iman etmiş gibi uğrunda her şey feda edilmeye başlandı.
Yeni bir iman biçimi, yeni bir yaşam biçimi, yeni bir hayat biçimi...
Herkese göre bir dinin bulunduğu, sınırların kalktığı, hiçbir tabiiyetin olmadığı, tüm mahremiyetin ayaklar altına alındığı, arzuların at koşturduğu bir dünya.
Her şeyin bulunulabildiği ama hiçbir şeyine asla sahip olunamayacak olan sahte bir cennet.
DİJİTAL DÜNYA…
Şifreli ve şifresiz kanalları ile televizyon, cep telefonu, tablet, bilgisayar, internet, facebook, twitter, instagram, filmler, videolar vs.
Şimdi teslim olduğumuz dijital dünyalarımızdan çıkmaya kimse ikna edemiyor bizi. Diller lâl kaldı, sözler aciz. Değil bedenler kalpler bile yoruldu ama netice alınamadı. Toplum olarak müptela haline geldik. Klinik bir vakıadan daha kötü bir hale düştük.
Müptelası olduğumuz ve uğruna çocuklarımızın rızkından kesip daha özelliklisini almaya çalıştığımız dijital oyuncaklarımızla baş başa kalıp onunla olmak istiyoruz.
Babaların verdiği harçlık ya da alınan maaşlardan payın büyüğünü hep onlara ayırıyoruz.
Kalpler taşlaştı, kulaklar tıkandı, gözler kapandı. Hiçbir gerçeği ne görmek, ne duymak, ne de hissetmek istemiyoruz.
Onu bırakmaya, terk etmeye cesaret bile edemiyoruz artık.
Kendi ellerimizle icad ettiğimiz DİJİTAL DÜNYA bizi esir aldı.

 “Gözün aç perdeyi kaldır duracak yer mi gör (bu) dünya,
Sadece akılsız durur, buna gönül verip duran insan.

Kafeste papağana şeker verirler hiç karar etmez,
Acep neden karar eder bu zindana giren insan.

Kararmış kalbin ey gafil nasihat neylesin sana,
Taştan da katı kalbi öğüt kâr etmeyen insan.

Bu derdin çaresini bul sen elinde var iken fırsat,
Yalnız kalınca pişman olup eyvah diyen insan.”
 
                                                               Niyazi Mısrî