21 Ocak 2016 Perşembe

Allah Hakikati Bir Adamın Peşine Takmaz

Allah helali bir adamın paçasına bağlamaz. Hakikati bir adamın peşine takmaz. Adam nerede helal orada, adam nerede hakikat orada. Bu İsraioloğulları’nın inanma biçimiydi. Bu yüzden İsrailoğulları (Yahudiler) Muhammed Aleyhisselam’ın peygamberliği hususunda din adamlarını dinlediler. Din adamları Muhammed Aleyhisselam’ın peygamber olarak geldiğini çok iyi bilmelerine rağmen inkar ettiler. Hakikatin onların peşine takıldığını zanneden Yahudi halkı da onların söylediğine itibar etti.
Bu gün öyle imanlar var ki Peygamberin bile önüne geçmiştir. Baştaki din adamlarına öyle iman ediliyor ki (haşa) Allah bir peygamber gönderse onlar doğrulamadıkça, onlar tasdik etmedikçe gelen peygambere bile iman etmeyeceğiz neredeyse. Allah’ın göndermiş olması Peygambere imanımız için yeterli olmayacak da din adamı olarak kabul ettiğimiz adamların “onay” vermesi yeterli olacak sanki. Din anlayışımız ne de benzemeye başladı İsrailoğulları’na. Şimdi herkes kendi peygamberini alıp çıkıyorsa meydana, diğerinin anlattığı peygamberi beğenmiyorsa, bağlı olduğu zatın bakışıyla bakıyor demektir. Herkes Kur’an’ı kendine göre hükümleştiriyorsa bağlı olduğu zatın bakışıyla bakıyor demektir. Kendi vicdanı farklı şey söylese bile, o zatın bakışını dillendirir ve ona göre yön verir kendine. Bu yüzdendir ki şu an (haşa) peygamber gönderse Allah, o peygambere inanmak ya da inanmamak için baştaki din adamlarına çeviririz gözümüzü. Oradan gelecek işaret Allah’tan gelen vahiyden daha belirleyicidir sanki.
Ayetlere karşı tavrımız bile (ekseriyetle) böyle değil mi? Ayetleri kılıç kalkan yapıp diğer grup-cemaat-topluluğa saldırma aracı olarak görüyoruz. Allah’ın gönderdiği ayetlerden Ebu Bekr- Ömer-Osman-Ali gibi rahmetler çıkar ama aynı ayetlerden başa dert topluluklar da çıkar. Hakikati kimin peşine takmışsak, ona göre inanıyoruz. Tabi olunan din adamı ya da grup liderinin ayetlerden ne anladığı ve onu nasıl yorumladığı, Allah’ın anlatmaya çalıştığı şeyin önüne geçiyor. Sonuç olarak hakikatin kendileriyle birlikte hareket ettiğini zannettiğimiz zevatın işaret ettiği şey Allah’ın anlatmaya çalıştığı şeyden daha mühim hale geliyor.  
Tüm hayatımıza dair ne varsa onlara ilişkin duygu, his, bakış açısı bile bu zevata bakarak şekilleniyor. Vicdanlardan başka şeyler geçse de bazen, hakikati iliştirdiğimiz yerde bunlara dair bir şey görülmemişse ya da aynı yerden olumsuz işaretler almışsak, çığlıklarla gömülüp gidiyor vicdanlarımızdan geçen şeyler. Ama bu çığlıkları o vicdanın dışında kimse duymuyor. Nihayetinde gözümüzü diktiğimiz, işaretini beklediğimiz yere göre şekilleniyoruz. Müstakil düşünme, hissetme, konuşma kabiliyetlerimizi bir bir kaybediyoruz. Hangi iyi niyetlerimizle kaybedersek kaybedelim fark etmez sonuçta bir bir kaybediyoruz kabiliyetlerimizi. Hür iradelerimizle verdiğimiz ya da öyle zannettiğimiz kararlarla, büyük büyük işler yapmak adına geçtiğimiz kapılardan sonra küçülmüş bendelere dönüştürüveriyor tabiiyetlerimiz. Belki bendeler olmaya meyilli olduğumuz için bu kapıları kendi ellerimizle oluşturuyoruz. Öyle ya da böyle fark etmez, olan bu.
Küçük topluluklar, büyük kalabalıklar, siyasi hareketler, vakıflar, dernekler vs. bize dair ne varsa hepsi aynı etkiyle işliyor neredeyse. Ve bumerang gibi iş dönüp kendimizi vuruyor. Bunlar başımıza gelirken biz en yüce, en ala, en doğru şeyleri yaptığımızı zannediyoruz. Bu zannımız, yaptığımız işlerin doğruluğuna inanmış olduğumuzdan ziyade hakikatin sanki kendisiyle birlikte hareket ediyormuş gibi itaat ettiğimiz kimselerin çeperinde dönüp duruyor olmamızdandır. Bu çeper içinde dönüp duruyor olmak güvenli kılıyor ve eminlik hissettiriyor. O çeperin içi her an “hakikat ile birliktesin” diye fısıldıyor ve eminlik veriyor. Bu yüzden bilinçaltına sessiz ve itaatkar bir yaşamı kabul ettiriyor. Konforun bozulmaması, riskten uzak kalınması adına da sessiz ve itaatkar yaşamlarımız devam edip gidiyor.
İşte bu, toplumumuzun müslüman gerçeğidir.