Bugünkü kadın tartışmalarına müthiş bir örnek. Buyurun
efendim bir derleme yaptım.
Ömer
Seyfettin’in “BAHAR VE KELEBEKLER” Hikayesi’nden. Meşrutiyet öncesi kadınını simgeleyen
Büyükanne ile Meşrutiyet ve daha sonrası (batılı) kadınını simgeleyen 20’li
yaşlardaki torununun konuşmasından alıntılar:
“(Büyükanne, Fransızca kitaplar okuyup
onlardan etkilenen ama bir türlü mutluluğu yakalayamayan torununa konuşur) Hayır,hayır!
Türk kadınları asla sevinçten yoksun değildiler. Sevinçten, mutluluktan yoksun
olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize
benzemediniz. Ah biz!… ne kadar mutluyduk. Oysa siz şu zehirleyici kitaplara
kapılıyorsunuz, düşüp, solup gidiyorsunuz. Hırçın berbat, dayanılmaz bir
yaratık oluyorsunuz… Siz Frenk mürebbiyelerinin elinde büyüyor kendinizi
unutuyorsunuz. Onlara benzemek arzusuyla kendinizden uzaklaşıyorsunuz ve
etrafınızdan nefret ediyorsunuz… Bizim zamanımızda kadınların ve erkeklerin
hayatı ayrıydı. Kadınların kendilerine ait eğlenceleri vardı. Binlerce kadın
kendi kendine gülüşür eğlenirdi. Moda denen şey yoktu. Kızlar annelerinin
giydikleriyle mutlu olurdu. Torunlar büyük annelerinin mücevherlerini
takarlardı…
Erkekler yalnızca kendi kadınlarını
tanırlardı sonra evlerine gelirler, karılarına doyulmaz aşk ve muhabbet
sahneleri bulurlardı… Kahvehaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler,
tiyatrolar, içkili salonlar, kerhaneler vb. bütün bu Türk erkeklerini
eşlerinden ayıran kadınları tenha evlerde unutulmuş bekçi gibi bırakan felaket
mekanları yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden mutlu bir yaşam içindeydi…
Kadınlar sık sık elbise değiştirip moda
çılgınlığından, soğukluklarından, boş bir kibirden, anlamsız üstünlük
iddiasından başka bir şey yapmıyorlar.
Alafrangalık veba gibi içimize girdi.
Tebessümlerimizi sildi. Örtülerimizi parçaladı, pabuçlarımızı attı,
parmaklarımızı narin bir mercan gibi süsleyen kınalarımızı bile ortadan
kaldırdı. Eşyamızı ve kıyafetimizi değiştirirken ruhlarımızı da değiştirdi. Her
şeyden nefret eden, hastalıklı bir nesil geldi…
Şimdiki kadınlar kendileri okudukça
anladıkça erkeklere yaklaştıkça ilkel kadınlıklarından, dişilik unsuru olmaktan
uzaklaşıyorlardı ne de olsa. Ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor. Eski
kadınlığın zevke, mutluluğa araç olarak kabul ettiği dişiliğin kayıtları
kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Özel tapınak kadar
sessiz evlerine hapishane gibi bakıyorlar. Eski kadın kıyafetlerini ezici,
soldurucu, vahşi, merhametsiz gizlilik örtüleri kabul ediyorlardı… Mademki
yükseleceklerdi o halde mutlaka değişeceklerdi mutlaka eskiye
benzemeyeceklerdi. O halde Türk kadını yüzyıllar önceki haliyle ilkel
kalamazdı. Kuklalıktan, dişilik unsuru olmaktan çıkacak, gerçek bir kadın
olacaktı. Erkeklerden üstün olmasa bile onlara eşit olacaktı… (Öyle ya) Türk
kadınlığı bir gün yüksek anlayışıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ayıklama
sayesinde harika haline gelen yüzüyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi
insanlık sahnesine çıkarak saygıdeğerliğe yükselecekti….
Zavallı yeni nesil!
Bahçedeki o sarı kelebek şimdiki Türk kadınlığının
talihinin ancak felaket, keder, ölüm olduğuna ebediyen siyah kefenini
yırtamayacağına, gizlenmeden kurtulamayacağına; evlerin boş tenha duvarları
arasında meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine inandırır gibiydi.