27 Ekim 2014 Pazartesi

Ebu Bekr'den Bize Kalan İki Miras

  Ebu Bekr’den aldığımız mirasımız çoktur bizim. O’ndan kalan zenginlik tüm ümmeti doyuracak kadar büyüktür elhamdülillah.
  Bize bıraktığı iki mirasdan birincisi; Dini için ettiği zararı fırsatını bulunca tazmin yoluna gitmemesi oldu. İkincisi; umut oldu, köleleri, borçluları “kendi hallerine bırakmadı”.
   Birinci Mirasımız. Ebu Bekr radıyallahuanh Bilal’e işkence eden Ukbe bin Ebi Muayt’a “neden yapıyorsun bu eziyeti” deyip yaptığı işten vazgeçirmeye çalışır. Ukbe “o kadar düşünüyorsan satın al bu pis köleyi de kurtar” der. Ebu Bekr de elinde bulunan en güçlü en becerikli kölesini verir ve karşılığında Bilal’i alır. Sonra da azad eder. Yani dini için fedakarlık yapmıştır. Dininden dolayı bir köleyi alıp dünyalık işlerini en iyi yapan en becerikli, güçlü kölesini bedelsiz vermiştir. Dünyalıkları adına kayıp ahireti adına büyük bir kazanç oldu.
   Ebu Bekrin bu şekilde ipten aldığı boyun çoktur.
   Feda ettiği şeylerin hiçbirisinin tazminine gitmedi. Ne Mekke’de ne Medine’de ne de halifeliğinde. Yani “ben bu dine yardım ettim, eziyet çektim, servetimi harcadım, yokluk çektim” deyip imkanlar eline geçince cebini doldurmaya çalışmadı. Halifeyken bile buna yeltenmedi. Mekke’de Bilalleri kurtarırken yaptığı fedakarlığın zirvesine halifeliğinde ulaştı. Yani sonu başlangıcından daha fedakar bir adam oldu. Meselemiz fedakarlıktan zarar tazminine doğru giden anlayışın müminin ahlakı olmadığını ifade etmektir. Dini için bir zamanlar yapılan fedakarlığın ki bu fedakarlık maddi sıkıntı da olabilir, elinden alınmışlık da olabilir, eziyet de olabilir, boyunlardaki ipleri koparma sonucu elde avuçta bir şey kalmamışlık da olabilir her ne olursa olsun zarar tazminine gitmeyen müminin Allah’ın razı olduğu kul olduğunu ifade etmek. Mümin İman ettiği şey için yaptığı fedakarlığı iman ettiği şey güç sahibi olunca onun bedelinin iadesini istemez. Zararının karşılanmasını istemez. Yani ayrıcalık isteyemez. Yani farklı muamele istemez. Fedakarlıklarının kendisine belirgin bir iltifat olarak dönmesini istemez. Kendini ayırıcı bir kefeye koyamaz. Herkesin tartıldığı teraziden başka bir ölçü istemez.  Ebu Bekr olmak böyle bir şey işte. Mekke’sini de, Medinesini de, Hilafetini de fedakarlığa adamak ama bir kez olsun bunun tazminine gitmemektir. Bir kez olsun“Bir enayi ben mi varım” diye içinden geçirmemektir. Karşıdaki mümin kardeşiyse bir kez olsun bile aleyhinde bir şey düşünmeden onu boynundaki ipten kurtarmaktır.
   Ebu Bekr bu ahlakı peygamberinden öğrenmişti. Peygamber olmadan önceki tüm mülkünü feda eden peygamberinden. Mekke fethedilip kovuldukları şehre zaferle girdiklerinde gasbedilmiş mülklerini talep etmeyen paygamberinden öğrendi.
   Mekke fethedildiğinde herkesin merak ettiği şeylerden biri de eskiden sahibi oldukları ama hicretle birlikte geride bırakılan evleri, mülkleri ile ilgili tavırları ne olacaktı. Bu duruma Peygamber aleyhisselam “Akil bize bir şey mi bıraktı” diyerek son noktayı koyuyordu. Hiçbir mümin imanı için yaptığı fedakarlığın tazminine gitmeyecekti. Hicretten önce bırakıp gittikleri mülkleri müşrikler tarafından gasp edilmişti. Mekke fethedilince bunların hiçbirisine de dokunmayacaklardı. Zira Akil’in alıp götürdüğü Allah’ın kullarından talep ettiğiydi.
İmanı için yapılan fedakarlığın zararını tazmin etmeye kalkan Peygamber aleyhisselama nasıl dost olacak?
İmanı için yapılan fedakarlığın zararını tazmin etmeye kalkan Ebu Bekr radıyallahuanha nasıl dost olacak?
İmanı için düştüğü durumun, şartların hesabını insanlardan sormaya kalkışanlar Ebu Bekr’deki samimiyeti nasıl bulacaklar kendilerinde.
   Bu dünyada alacak hesabı yapıp yaptığı fedakarlığın karşılığını almaya kalkışanlar, düştüğü halin  bedelini ödetmeye çalışanlar ahirete ne bırakacaklar.
   İkinci olarak; Bilali kurtardığı gibi kurtardığı çok da köle vardı. Ebu Bekr adamlığı; bunların hiçbirisinden karşılık beklemeksizin karşılığını rabbinden beklemektir, parayı veren benim deyip hesabının peşine düşmemektir. Mesela İpini boynundan kestiği hiçbir bir borçluya hesap sorar gibi yaklaşmamaktır.
   Ebu Bekr kölelerin mazlumların kendilerini kurtaracak umut eli oldu. “Herkes başına gelenle uğraşsın bana ne” demedi. Boyunlardaki esir eden ipi kesmeyi bildi. Borçlunun boynundaki ipi almasını da bildi. Umut olmuşsa umut olarak neyse kendisinden beklenen onu gerçekleştirdi. Neden köle durumuna düştüğünü sorgulamadan neden borçlu kaldığını sorgulamadan borçlunun- kölenin boynundaki ipi kesiverdi. “Herkes boynuna ipi nasıl taktıysa kendisi çıkarsın” demedi. Boynunda ip olana bakışı farklıydı. Karşısındaki Mümin ise başka bir şeye bakmıyordu. Boynuna ip geçirilmiş kimse müminse ve kurtarma imkanı varsa “önceden ne hata etti de bu ip boynuna geçti bakalım” demedi.  Öncesini sorgulamadı sonrasına çare oldu.
   Köle olan neden köle olur? Kazananın yerinde olmadığı için. Belki de bir başkasını köle olarak esir almak isterken kendisi köle oldu. Borçlanan neden borçlanır? Elbette bir takım yanlış kararlardan. Doğru kararlarla borçlu kalan kimse olur mu hiç? Olsa bile bin kişiden kaç tanesinde olur. Yüz kişiden kaç tane olur. Allah borçluyu düştüğü zor durumdan kurtarman için gönderir kapına “neden borç yaptın” diye fırça attırmak için değil. “Akılsızlığının derdini, yükünü ben mi çekeceğim” deyip onun daha da kapına gelmemesi için savuşturman için değil. Umut olmaya en yakın olduğun içindir. Umut olmuşsan üzerine düşen de vermektir.        Ebu Bekir gibi onlarca köleyi azad edip onlarca borçluyu (Allah’ın izniyle) hayata bağlamaktır.
   Umut olmuşsanız kapınıza gelen çok olacak. Kimisi bir sebepten kimisi diğer sebepten. Kimisi fazla hırstan borçlanıp kapınıza dayanacak kimisi akılsız işlerinden dolayı kapınıza dayanacak kimisi de hakikaten emek çektiği işte fedakarlığının sonuna gelip artık bir şeyi kalmayınca gelecek. Ama hepsi de bir sebepten boynunda ip ile gelecek. Ebu Bekir olmak ile olmamak arasındaki çizgi gösterdiniz tavra göre çizilecek.
Allah ondan razı olsun...

19 Eylül 2014 Cuma

Kapı Eşiğinden İçeri Giremeyen Din

Bir toplum anatomisi çıkarsak karşımıza nasıl bir şey çıkar acaba?
Yıllarca eğitimini aldığımız, okuduğumuz şeyleri konuşup dursak da pratik hayatla karşılaştığımızda tabii olduğumuz şey bir hakikat olarak kabul ettiğimiz söylemlerimiz olmadı. Pratikte karşılaştığımız şey ne ise ona tabi olduk. Önceden yapılageleni tekrar edip durduk. Bu yüzden hiç sağlam bir ipimiz olmadı; tutunduk mu şöyle bi Rabbe götürecek sağlam bir ipimiz…
Bir toplum anatomisi çıkarsak karşımıza başka bir şey çıkar mı bilmiyorum.
Arkadaşlık, dostluk, evlilik, iş hayatı, ticaret, komşuluk, eğlence anlayışımız, alışkanlıklarımız, fikirlerimiz, sevme biçimimiz, öfkemiz…vs Hepsi yaşayageldiğimiz hayatın içinde lime lime örülmüş geleneğe uyduruldu. Uydurulan geleneğin ne kadar din ile ilişkili olup olmadığına hiç bakılmadı. Peygamberin hayatıyla ne kadar uyuşup uyuşmadığına hiç bakılmadı. Kıyaslama ihtiyacı hissedilmedi bile ya da kıyaslandı ama Nuh’un kavmi gibi kulak tıkandı, başlara örtüler geçirildi. Allah’ı ve Peygamberinin yaşamını unutturacak gelenekler hayatımızın her alanına yerleşmişken biz de bunları eleştirip dururken, onlarla ilk yüzleşmemizde geleneğe tabi oluverdik hemen. Çünkü hazır olanı yaşamanın kolaylığı ve meşruluğunu hayatımıza uyarlaması zorlu olan ve yadırganacak hakikatleri içeren söylemlerimize tercih ediverdik. Nihayetinde taşıyıcısı olduk dinimize hiç uymayan o uydurulmuş geleneklerimizin. İtiraz cümlelerinden yaptığımız yol üzerinde yürürken yolumuza yön veren işaretler geleneklerimiz oldu. Yani ne kadar paygamberin hayatıyla uyuşup uyuşmadığına bakmadığımız geleneklerimiz.
O utangaç, masum, arlı, edepli, iffetli, vefalı, ahlaklı, fedakar, hakkın rızasına ram olmuş, peygamber kokan, ashab kokan geleneklerimize tercih ettiğimiz gelenek kendi menfaatlerimize göre uydurup bir süre sonra hayatımızı karmakarışık hale getiren ar damarı çatlamış, edepten yoksun, ahlak zafiyeti içinde, ihanet kokan, fenalık barındıran, işleri zayi ettirecek gelenek olduğu günden beri hiç bitmedi hayata ve insana dair şikayetlenmelerimiz. Peygamber kokan, ashab kokan o gelenekten uzaklaştığımızdan beridir huzur bulmadı hayatlarımız. Kavga, gürültü, hasetlik, fesatlık, kin, fitne, düşkünlük, günah, zillet hayatımızın mayası haline geldi. Zamanla başımıza dert olacak o geleneği kendi ellerimizle icad ettik. Kendi icad ettiğimiz geleneğimiz inandığımız şeyin önüne geçti de ne yapıyorsak ne işliyorsak içini o geleneğimiz doldurdu. Bizi başkalaştıran bir geleneği icad ettik. Bu geleneği başkaları dayatmadı bize. Elbette şeytan ve adamları boş durmaz ama biz elimizle ta evimizin içine kadar alıp getiriyorsak fitneyi, fesadı, zilleti o zaman bu durumda buna başka müsebbip aramaya gerek yok kendimiz varız sadece. Kendi sözümüzün geçtiği evlerimizde bile biz Peygamber kokan, ashab kokan o anıları yaşamadıysak, kendi hayatımızda kurduğumuz tüm ilişkilerde peygamberi ve ashabı hatırlatan o yaşamı tercih etmediysek yani kapımızın eşiğinden Peygamberi ve ashabı içeriye almadıysak bunda bizden başka kim sorumlu olabilir.
Tercih ettiğimiz sunulanı almak oldu hep. Sonra onu yaşadık gittik öylece. Bu nedenle her işimizde aksaklık, sakatlık çıktı. Din anlayışımızda bile. Şeytanın canla başla mücadele edip etkin kılmaya çalıştığı her türlü haddi aşkınlığı, büyülenmiş gibi yaptığımız her şeyin içine doldurduk. Ticaretimize, arkadaşlığa, evliliğe, karşı cinsle olan konumumuza, komşuluğa, aklımıza, fikrimize, alışkanlıklarımıza, eğlence anlayışımıza, sevme biçimimize, öfkemize…vs her şeye yani. Bizi sınırlayan din yerine bize her türlü hareket etme özgürlüğünü veren kuralsız yaşama biçimine yöneldik.  İcad edilen şeyin taşıyıcısı olduk. Kendimizi sınırlayan dinden ve peygamberinden uzak kaldık. Ashab kokan o örneklerden uzak kaldık. İşte bu yüzden pratik bize hep galip geldi. Ne öğrendiğimiz ticaretimizi yapabildik. Ne öğrendiğimiz  evlilikleri yapabildik, ne övgüyle bahsettiğimiz anne-baba ilişkisi yaşayabildik. Ne Cibril’in hadisindeki gibi “varis” kılınacak zannedilen komşu ilişkilerini yaşayabildik. Yaşadığımız sadece gördüğümüz biçim (pratik) oldu. Yaşayamadıklarımız ise nostaljiye dönüştü.
Pratiği neticeleri itibariyle eleştirsek de her işimizde ona tabi olduğumuz için değiştiremedik. Pratik değişmedi değiştik. Değiştirmek için gittiğimiz yerden değişerek geri döndük. Dönüşerek… Temsil ettiğimiz şeyi hiç bilmemiş ya da temsil vasfımızı kaybetmiş halde. Sahabe gibi bir nesil beklentisi değil ama binde biri neden ortaya çıkmıyor bunun cevabı bu işte. Neden Ebu Bekir’in bir anısını ya da Ömer’in bir hatırasını yaşayamıyoruzun cevabı bu. Neden peygamber kokan o gelenek tarihin derinliklerinde özlenen bir hasret acısına dönüştü cevabı bu işte. Çocuğumuza bakışımızda ve onu nasıl görmek istediğimizde alırız bunun cevabını. Anne-baba olma şeklimizde alırız bunun cevabını. Hüznümüzde ve sevincimizde nasıl davrandığımızda alırız bunun cevabını. Güce karşı duruşumuzda alırız bunun cevabını. Zayıfa karşı duruşumuzda alırız. Eşyaya karşı duruşumuzda alırız. Dinden yana mı yoksa gelenekten yana mı tavır alacağımıza karar verdiğimizde görürüz bunun cevabını. Evimize aldığımız şeylerde, harcamalarımızda belli olur bunun cevabı. İhtiyaç hissettiğimiz şeylerin listesinde alırız bunun cevabını. Aileyle birlikte vakit geçirme anlayışımız ve içeriğinin doldurulma biçiminde alırız bunun cevabını. Eğlence anlayışımızda alırız. Ticaret anlayışımızda alırız. Evlilik ve evlenecek eş tercihimizde alırız. Dinin ne dediğini bildiğimiz konularda bile dinin değil özendiğimiz şeyin ne dediğini dinlediğimizde alırız bunun cevabını. İçimizde kalmamasını istediğimiz heveslere tabi olduğumuzda alırız bunun cevabını. Harcama alışkanlığımızı, eğlence anlayışımızı haddini aşan müsriflerden öğrendiğimizde alırız. Ailesiyle ilgilenmeyi çoluk-çocuğunu evin dışındaki mekanlarda ne olduğu belli olmayan kültüre teslim etmek olarak anladığımızda alırız bunun cevabını.
Armadillo Sendromu denen bir şey vardır. Hayatı öncekilerden devraldığın gibi yaşar senden sonrakilere aynısıyla bırakırsın. Ne düzeltme, ne ilave, ne çıkarma hiçbir şekilde müdahale etmeden yaşayıp devrettiğin hayatın tasviridir bu. “ya onlar da hata ediyorsa” demeden yaşanan bir hayatın tasviridir.  
Her kapının eşiğinde dini bir takım yaşam prosedürlerimize, geleneklerimize feda ettiğimiz sürece bu din bizim hayatımıza nasıl hakim olacak, hangimiz sahabe neslini hatırlatan biri olacağız? Kritik zamanlarda ortaya çıkacak Müslümanlığımız. Abdest, namaz, oruç zamanında herkes Müslüman, herkes mümin zaten. Allah katındaki farkımız, kritik kapı eşiklerinde belli olacak. Peygamberin bizimle birlikte kapı eşiğinden içeri giremediği hangi safha bizi Müslüman yapacak? İçeride onu bulamayacağımız hangi mekan bizim Müslümanlığımıza şahit olacak? İçerideki biçime, dizayna karıştırılmayan Peygamber aleyhisselamın Rabbi olan Allah içeride nasıl bir Müslüman görecek? Eşiğinden içeri Peygamberin giremediği bir mekanda hangi işlere şahitlik edecek melekler ve en önemlisi kapı eşiğinden içeri giremeyen dinin Rabbi olan Allah nasıl kefil olacak içeridekilere?
Kapı eşiklerinde verdiğimiz kararlar bizim ne olduğumuzu belirleyecek. Ne olmak istediğimiz değil ne olduğumuz hayatımızı biçimlendirecek. Allah’da ne olmak istediğimize göre değil ne olduğumuza göre mizanda değerlendirecek bizi. Sahabe gibi olmak isteyip sahabenin ayaklarıyla çiğnediği şeyleri ve benzerlerini hiç umursamazca hayatına buyur eden bir yaşam sahabe gibi yaşayan adam olarak değil sahte özlem içindeki adam olarak değerlendirilecektir.
Sorun; tüm okumalara, öğrenmelere, bilmelere, işitmelere rağmen yine de içinde bulunduğumuz yaşam biçiminin türevlerini kendi ellerimizle devam ettirmektir.
Aslında biz… Evet aslında biz imanımız pratiklerimize yenik düştüğünde kaybettik ideallerimizi. Almak istediğimiz ile sunulan şeyler arasındaki tercihte sunulana yöneldiğimizde kaybettik irademizi. İlan ettiğimiz (olduğumuzu söylediğimiz) şey ile azmettiğimiz (yaptığımız)şeyler uyuşmadığında kaybettik kendimizi. Asil olana teslimiyetten bahsederken zavallı olanın peşinden düşe kalka hayatımızı heder ettiğimizde kaybettik yolumuzu. Canlar canının yanında ağırlanmayı hayallerken can evimizden vuran gafil sofralara çöktüğümüzde kaybettik kıymetimizi. Gerçeğimiz ile ideallerimiz arasında duracağımız yeri belirleyemediğimizde kaybettik kararlılığımızı. Kavimlerin helak sebeplerinin içinde yaşadığımız halde onların helaklerinin hikayesini anlatıp durduğumuzda bağlandı basiretimiz. Dinlenme yerine bizden öncekilerin gelişinden farklı gelip onlar gibi gittiğimizde anıldık aynı anılarda. Yol ile ilgili kavramlarımız hezimete uğradığında yere geldi sırtımız. Yoldaki işaretlerimizi fark edemez olduğumuzda saplanıp kaldık çamurlara. Ve fark edemez olduk başımıza gelenleri. Dini içeriye katmadığımız mekanlar kurduğumuzda yıkıldı tavanlar başımıza. Dini kapı eşiğinde bıraktığımızda zelil etti bizi vefasızlığımız. Dinimizi bile konuşamayacağımız mekanlara, makamlara talip olduğumuzda çöktü zillet üzerimize. Her şeyi rahatça konuşup da din söz konusu olunca ucube bir şeyden bahsediliyormuş gibi yadırganıcı bir hali oluşturduğumuzda yitirdi ortamlarımız güvenini.
Anlatmayla yetindiğimiz şeyler anlattığımız kimseler yapmadı bizi. Ne Ebu Bekir’den anı kaldı hayatımızda ne Ömer’den ne Aişe’den, ne de Fatıma’dan…  

29 Ağustos 2014 Cuma

Fakir Değil Kul Peygamber

İnşaallah bir gün bazı vaizler vaazlarında peygamberi “fakir” olarak değil “kul” olarak anlatırlar. Acınacak bir peygambere değil tabi olunacak bir peygambere ihtiyacımız var bizim.
Peygamber aleyhisselam zengin olmayı değil; yaşayacak kadar mal sahibi olmayı istedi. Bu isteği peygamberlik vazifesinin başladığı zamana kadar olan dönemde elde ettiği (az da olsa) birikimini feda ettiğinde değişmedi. Mekke’de boykot halindeyken de değişmedi. Taifin, Sakif’in ganimetleri yüzünden O’nu üzdüklerinde de değişmedi. Medine’de Rum diyarından (savaşsız da olsa) zaferle döndüğünde de değişmedi. Ganimetlerin beşte biri kendine gelen bir peygamber fakir olabilir mi? Dereler gibi akan ganimetler yoktu elbette ama aç kaldığı günlerde açlığını gideremeyecek kadar da ganimetten yoksun değildi. O kendisi aç kalmayı göze alarak başkalarını doyurmayı tercih etti. Açlığı en derinden hissetti. Hendek’te yokluk zamanında da, Hayber’in fethinde de… Eşleri de onunla beraber aç kalmayı tercih etti. O sallallahu aleyhi vesellem zengin bir peygamber olmayı değil kul peygamber olmayı istedi. Bunun için vefat ettiğinde şahsi eşya olarak, bir hasır, bir kırba, birkaç kap vardı. Gazveler, savaşlar kazanmış, ganimetler elde etmiş bir peygamberin fakir olması mümkün mü? Bizzat ganimetin beşte biriyle Allah tarafından zengin kılınan bir peygamber o. İsrafil’e kul peygamber olmak istediğini söyledikten sonra asla zengin bir yaşamı istemedi.
 Peygamber aleyhisselamı “fakir” olarak anlatmak başkadır dünyayı istemediği için sade bir hayatı tercih eden “kul” olarak anlatmak bambaşkadır. Her iki anlatımın da etkisi farklıdır. Her iki anlatımın da ortaya çıkaracağı şahsiyet farklıdır. Birisi acınası bir peygamberi anlatırken diğeri dünyaya meylettikçe bizi frenleyen peygamberi anlatır. Birisi bizim duruşumuza hiç etki etmezken diğeri bizi sarsar. Birisi bizi etkin (acıyan) kılarken diğeri O’nu etkin (tercih sunan) kılar. Birisi senden lütuf beklerken diğeri sana sorumluluk yükler. Birisine acıdığın için ona kendince her türlü saçma (bidat) saygı, sevgi, bağlılık ihdas ederken diğerine sadece tabi olursun. Birine sahipsiz yetim muamelesi çekilip “vah-töh”lerle iş sulandırılırken diğerine Allah “yetim bulup barındırmadık mı” der sahiplenir bunun üzerine de bir şey bina etmez; ne yetimliği üzerine ne de onu barındırması üzerine. Birinde O’na tabi olması gerekenler O’nu suistimal ederken diğerinde Allah’ın belirlediği sınırlara tabiiyet vardır. Birinde peygamberi Allah’tan fazla sahiplenen O’na acıyan peygamber aşığı (!) kimseler varken diğerinde Allah’ın sahiplendiği peygamber vardır. Birisi seni senden saklar diğeri seni kendinle yüzleştirir. Birine elinden geleni yaparken diğerine ise üzerine düşeni yaparsın. Birinden dünyanın kuyruğuna takılıp kaybolan tipler ortaya çıkar diğerinden Ashab ve Ashab gibi bir nesil. Daha daha daha… İşte iki farklı peygamber işte iki tip Müslüman.

Anlatılan şeyler karşıdakine bir duruş belirler. Neyi nasıl anlattığımız önemli. Bir durumun farklı bir kavramla anlatılması anlatılan kişiyi/şeyi bu kadar değiştirir mi? Evet değiştirir. Çünkü zihin dünyamızda kavramlarla ilgili tecrübelerimiz ve bilgilerimiz farklıdır. Hangi kavram kullanılırsa o kavramla ilgili bilgiler ve tecrübeler, duygular anlattığımız kişinin/şeyin etrafını saracak bize onu anlatacak. Bizim anladığımız da bundan başkası olmayacak. 
Bizim acınacak peygambere değil tabi olunacak peygambere ihtiyacımız var.

22 Temmuz 2014 Salı

Sadece Duayla Olmaz Diyen Kardeşlere

Maksadım sadece duayla olur demek değil ama dinle ey kardeşim!
“Elinle düzeltebilirsen elinle, dilinle düzeltebilirsen dilinle, olmazsa nefretinle” bir şey yapmak Peygamber ahlakıdır. Bunların hangisine gücün yetiyorsa onu yap. Ortamın gereği hangisine gücün yetiyorsa…
Biz dua etmenin gücünü Muhammed aleyhisselam dan öğrendik Yakup aleyhisselam dan öğrendik, İbrahim aleyhisselam dan öğrendik, Nuh aleyhisselam dan öğrendik. Başka delile gerek var mı?
Güçleri yetmediğinde hüzünlerini, acılarını, iniltilerini rablerine arz edenlere bir gün duayı çok seven Muhammed aleyhisselamın Rabbi olan Allah tarafından güç verilirse elleriyle de yapılması gerekeni yaptıklarına şahit olunacaktır. Ama “dua ile iş bitmez” deyip dillerini kıpırdatmayanların ellerine fırsatlar gelince de hiçbir şekilde değerlendirmeyeceklerine de şahit olunacaktır. Dilini kıpırdatmayan bedenini nasıl ayağa diksin. Diline duayı fazla gören, gereksiz gören, boş çaba gören bedenini nasıl tehlikeye atsın. Allah mazlumları ya güçlü ve adil ellere ya da bir ok gibi hedefine giden gönülden yapılan dualara teslim etmiştir. Birincisi olma imkanın yoksa ikincisi olmalısın.
Mekke de Kabe’nin yanında dayak yerken Peygamberim efendimin duasından başka hiçbir gücü yoktu. Kimseye el kaldıracak gücü yoktu. Kimseye kılıç korkusu verecek gücü yoktu. Kimseye buyurma yetkisi yoktu. Henüz kimselerin gönlüne korku salamamıştı. Bu garip ve güçsüz halinde sadece duası vardı. “Ey mazlumların rabbi beni bu zalimlerin eline mi bırakıyorsun” diyordu taşlanarak çıkmak zorunda kaldığı Taif’te. Kabe’nin yanında başına işkembeler atılıyor ama karşılık veremiyordu. Sadece rabbine dua ediyordu. Elinden gelen o gün orada sadece buydu. Mekke’nin her köşe başı bu zayıflıklardan dolayı gösterilen sabır, ve yapılan dualara şahittir. Dua ediyordu efendim. Allah da O’nun dualarına kulların değil kendisinin uygun gördüğü zaman diliminde yardımını göndereceğini söyleyip sabır istiyordu. Ve o gün geldiğinde o duaların hepsi gökten yere inecek ve o gün geldiğinde her bir göz yaşı dua kafirin karşısına dikiliverecekti, bunu vaat etmişti Allah. Dua etmişlerdi ya yalvarmışlardı ya rablerine “işte Allah o zalimleri sizin (duaya kalkan) ellerinizle helak etmek istiyordu.”  Helak etti de… Ve Allah Bedir’de duaları ve bedenleri o meydanda buluşturuvermişti. Duaya kalkan o eller intikamlarını alıverdi. Daha ilk savaşta efendimin aleyhlerinde dua ettiği kafirlerin hepsinin gövdesi toprağa tek tek düştü. Allah kaderi yazarken dua yı da kadere etken kılmıştır. Ben duanın gücünü Peygamberimden öğrendim.
Bunun gayrısında konuşan boş konuşur kalp kırar. Bunun dışında bir şey düşünen duaya kalkan ellerin sahiplerini incitir. Zaten acı dolu kalpleri bir de içerden onlar incitir. Yapmayın. Etmeyin. Aleyhinizde mizana gelecek şeylere meyletmeyin.
Sonra şunu söyleyeyim. Yağmurlu ve soğuk bir gecede ayağınıza kadar gelip yalvaran kedi yavrusuna yardım eden kulundan daha mı merhametsiz benim Rabbim. “Kullarım beni nasıl zannediyorsa (ben onlar için) öyleyim” diyen Rabbim! Ben senin kullarına verdiğin merhametten 99 kat daha fazlasına sahip olduğuna iman ediyor ve böyle zannediyorum. Tüm dualarım da bu zannım üzeredir. Şimdi dua etmekten başka bir şeyi olmayan kulların arşa yükselen dualarının, iniltilerinin işe yaramayacağını söyleyen rabbim değildir. Başkalarıdır... “Duanız olmasa rabbim sizi ne yapsın" (Furkan:77) diyen ise benim Rabbimdir.
Bunun lamı-cimi yok, sadece dua etmek iş görmez fiil de lazım diyenler bu hal Allah’ın istediği hal değil. Haydi o zaman fiiliyata geç, kalk dua et. Aç ellerini yalvar Rabbine. Fiil olmadan dua mı olur. O kadar dua eden bunu bilmiyor da sizler mi biliyorsunuz. Şimdi ben rabbimin dediğine iman ediyorum hem de Muhammed aleyhisselam gibi Yakup aleyhisselam gibi, İbrahim aleyhisselam gibi, Nuh aleyhisselam gibi… Duaların karşılığı bir gün tek tek gelecektir. Acele etmeyeceğiz. Şartımız bu. İçten olacağız diğer şartımız da bu. Allah günleri bizim lehimize çevirecek muhakkak bu da Rabbimizin vaadi. Bu Bedir bir gün gelecek. O Halit bir gün Müslüman olacak. O Selahattin bir gün kumandan olacak ve bizim dualarımız o gün Rabbimizin katında tüm bu sevinçlere şahitlik edecek. İşte o zaman gökten bir el bu gözyaşlarımızı silecek. Geriye Rabbimizin rızasından başka bir şey kalmayacak (inşallah). Bu da bize yeter zaten. 
Ey sığınağımız! Ey koruyup kollayanımız! Ey acizliğimizi itiraf ettiğimiz rabbimiz sen bize kızma, sen bize öfkelenme yeter ki, biz senden gelene razıyız. Bizi sana çokça yalvaran peygamberlerin gibi kıl. Amin.

15 Temmuz 2014 Salı

Baskı Döneminin Bakiyesi; Laik Yaşam

Müslüman için baskı dönemlerinden kalan en tehlikeli bakiye laik yaşamdır. Baskı döneminde laik (dinin sorumluluğundan uzak) yaşam farkında olmadan müslümanın hayatına siner. Baskı dönemi geçse de müslümana sinen laik yaşam varlığını devam ettirir. Hatta bizzat müslümanın eliyle korumaya bile alınabilir. Sapkın sonuçlar ortaya çıkartır. Müslümanın müslümanla içten didişmesine neden olur. Dini, hayatın dışına iten laik yaşamın içinde yetişen Müslüman nesiller farkında olmadan o sistemin karakterinden etkilenmeye başlar. Bu etkileşimin sonuçları baskı dönemi bitip rahatlama dönemi gelince eriyen kardan sonra ortaya çıkan nesneler gibi beliriverir.
                       *                                             *                                                 *
Her topluluğun hayatında mutlaka bazı dönemler vardır. Allah bu dönemleri kah bir tarafa kah diğer tarafa değiştirir durur. Ve kullar her iki dönemde de Rableri tarafından imtihan edilir. Bu günler öylesine başa gelen günler değil; Allah’ın yanında olan bir plana göre ortaya çıkan günlerdir. Allah hangi kulunun ne yapacağını görmek isteyecek muhakkak. Ve kabir ve kıyamet ve mizan hep kulların bu yaptıkları için hazırlanacak.
Hayatımız yapıp bitirdikçe sırada olan şeyleri de yapıp bitirme şeklinde değil aksine biriktirme ve hazırlama şeklindedir. Kime karşı biriktirme? Rabbimize…  Yaptıkça unuttuğumuz bir hayattan biriktikçe hatırlatılacak bir hayata doğru gidiyoruz.Mizana doğru…
Allah kimi günlerde kullarını sıkacak kimi günlerde de rahatlatacaktır. Her iki dönemin de kendine göre fıkhı vardır. Güçsüzken yapamayacağın şeyi güçlüyken yapacaksın. Zayıfken sana yön veren hareket fıkhın güçlüyken değişmeli. Zayıfken temsil edemediğin dinin sen güçlüyken rahatça temsil edilmeli. Zayıfken uymak zorunda bırakıldığın davranışları güçlüyken bırakmalısın. Zayıfken beraberinde ömür sürdüğün “tedbir” güçlüyken yerini cesarete bırakmalı. Zayıfken gizlendiğin dinin ve sen güçlüyken ortaya çıkmalı. Gücü oranında imkanı oranında herkes imanıyla ortaya çıkmalı. Çıkmalı ama bu çıkış hastalıklı bir çıkış olmamalı, hastalıkları beraberinde getirmemeli. Mesela hiçbir  Müslüman “bu kadarına gerek yok” ya da “dikkat çekmeye gerek yok” mantığıyla bakmamalı Müslümanların yaptığına. Bu korkudan kaynaklanan ya da korkunun verdiği tedbirli, hareketsiz döneminin mirasıdır. O’ndan hemen kurtulmak gerekir. Çünkü dün tedbir olan şey zaman değişince tehdite dönüşür. Bu dönüşüm sağlanabildiği oranda yeni dönem hakkıyla değerlendirilir aksi halde o eski dönem bizim bilinçaltımızdan fırlayan tavır ve davranışlarla devam ettirilir gider. Allah korusun eskiyle yeniyi yaşama hastalığı eldeki nimetin gitmesine neden olur. Dolayısıyla bir tercihle değil boynumuzun borcu olan bir yükümlülükle karşı karşıyayız.
Din müslümanın her yaptığını onayan değil sorgulayandır. İyiyse iyi der kötüyse kötü der. Yaşamı yeniden şekillendirecek, eşyaya ve insana bakışı yeniden belirleyecek olan din yeni (rahat) dönemde bu gerçeklikten sıyrılıp sanki müslümanın önüne gelen yeni hayatı onaylaması gerekiyormuş gibi bir görevlendirmeye tabi tutulamaz. Müslüman sıkıntılı dönemden sonra çıktığı karada bulduğu hayatı yaşama isteğine değil dinin kendisine sunduğunu yaşamaya azmetmelidir. Dünyevilikle el ele kol kola giden bir Müslüman yaşamına özen gösterilemez. Dün sahip olmadığın şeylerin 50 katına sahipsen bu hayatını o mülkiyete göre değiştirmek olarak anlaşılamaz. Dini de bu hayatı onaylamaya davet edemez. Bu hususta uyaranlara da “sen necisin” gibi bir tavrın içine giremez. Dünyevileşmiş ve sapkınlığa varan şeyleri müslümanın yaşam biçimi olarak sunamaz. Müslüman niteliğine bakmadan bir hayatın içine dalamaz. Dalarsa her şeyin İslamisini türetme sapkınlığına düşer. İsrailoğulları’ndan “bize de onların taptıkları ilahların benzerini yapsana”  (A’raf 138) diyenlerin bakış açısı yeni hayata geçişte baskın olmaya başlar.
Allah’ın lütfuyla karaya çıkarılan mümin emniyet içindeyken Allah’a göre yaşama gayesini güdenlerin uyarılarına kulak tıkayamaz. Dinde unutulan şeyleri birileri hatırlattığında ya da yanlış giden şeyler hakkında  “bu yanlış kardeşim ne yapıyorsun”  dediğinde onun dindarlığını yargılayamaz. Söylenenleri kişisel tercihmiş gibi gösterip itaatsizliği meşrulaştıramaz. Bunu söyleyen, kişi değil dindir. Denizde yalvarılan Allah karaya çıkınca terk edilemez. Birçok kimse alışkanlık üzere yaşayıp gittiği hayatına ses çıkarıldığında rahatsız oluyor. Müslümanın uyarılmaktan dolayı rahatsız olma hakkı yok. Uyarıcı ve tavsiye edici tavır eski köye yeni adet getirmek olarak görülemez. Önceden uyarıcıların uyarısı duyulmuyordu, sen de uyarıcısız bir şekilde kendi hayatında namazla-abdestle meşgul olup gidiyordun. Hayatına yön verecek insanlar ortaya çıkmadığı için kuralları kendin koyuyordun. Ama artık kullarını karaya çıkarmış bir Allah’ın huzurunda Allah için uyaranlara kendi kurallarınla yaşamaya devam edeceğini beyan edemezsin. Geçmiş dönemin hastalıklı din anlayışını devam ettirip gidemezsin. Çünkü dinin doğrusunun anlatıldığı ve herkese aşikar olduğu dönemde sen kalkıp eski dönemin hastalıklı din anlayışını taşıyıp gelemezsin.   Hastalıkların (elhamdülillah) seslice teşhis edilebildiği dönemdeyiz. Hastalıklarımız ortaya çıkarıldığında şizofrenik ruh haline girip kabullenmemek yerine hastalıklarımızdan arınmalıyız. Rahatsız olmamalıyız.
İsteniyor ki bazı şeyleri fazla kurcalama dinini yaşa geç-git. İyi de Allah’ın lütfuyla kendimi emin hissettiğim dönemde dinim temsil edilmeyecekse ne zaman açığa çıkacak ve benim dinim böyle zamanda görünürlüğü en kuvvetli hale gelmeyecekse ne zaman gelecek? Görünür olan hep dinin bağlayıcılığından uzak yaşamları mı sunacak bize? Allah’ın değiştirmemizi istediği için verdiği fırsatı kullanmayıp dinin bağlayıcılığından uzak yaşamı devam mı ettireceğiz? O halde kim değiştirecek bizi? Kendilerini değiştirmeyenleri Allah neden değiştirsin? Eskisi gibi kalmaya razı olanlara Allah neden yeni bir hayat versin?
Korkunun ve endişenin olduğu dönemde kulların alışkanlık haline getirdikleri yaşamın değişmesi gerektiğinde buna tepki verilir. Halbu ki zafer istenir gibi Allah’tan bu korkulardan emin olmak isteniyordu. Allah korkuları giderdi haydi gereğini yap o zaman. İşte burada sıkıntı ortaya çıkıyor. Çünkü ayak direyenler var. Çünkü burada iki tane dirençli hastalıkla karşı karşıya kalıyoruz. Birinci hastalık; durumu kanıksama. İkinci hastalık; durumdan menfaatlenme. Durumu kanıksayanlar o korku döneminde kendileri hakkında yapılan tüm yakıştırmalara, konum belirlemelere teslim olmuş ve onu alternatif üretemeyecek kadar kabullenmiş olanlardır. Menfaatlenenlere gelince, korku ve endişe döneminin sessiz kalışının verdiği emniyet ve güveni kaybetmek istemeyenlerdir. Kazançlarını ve makamlarını kaybetme korkusu onları emniyet döneminde de korku dönemindeki gibi davranmaya itiyor. Bulunduğu durumun bozulmasına razı olmuyor. Her iki hastalıklı grubun korku dönemine olan tutkusu, bağımlılığı Müslümanların arasında laik bir din anlayışını ortaya çıkarıyor. Dinin öyle her tarafı değiştirmesine razı olunmuyor. Bunun için değişmeyi değil aynı kalmayı salık veren din adamları vs. kimseler daha fazla itibar görüyor. Dolarlarla program yapıp hem konumlarını sağlamlaştırıyorlar hem de durumun değişmesine mani oluyorlar. Söyleyecek sözü olmayan adamlar her tarafta din anlatıyor, düzeltici hiçbir satırı olmayan kitaplar din ve Müslüman analizi yapıyor, Müslümanlar eğlence ve israf dolu eğlencelerle (güya) kültürlendiriliyor. Bunların hiç birisi müslümana Müslümanlığını hatırlatmaz. Aksine daha dünyevi, daha ifsat edici olurlar. Korku döneminden kalma tanımlamalara boyun eğenler herkesten boyun eğmesini isterler. Allah’ın lütfuyla lütuflandıkları emniyet döneminde Allah’a rağmen işler yapılmasından rahatsız olmazlar. İşte zillet budur. Dinin bağlayıcılığından uzak (laik) yaşamı kendi hayatımıza kendi ellerimizle ikame etmek. Bu sorun hayatımızın her alanına hakim olur. En küçük ihtiyaçlarımızda bile kendini ortaya çıkarır. Ortaya çıkan yaşam dinin bağlayıcılığından uzak ve hatta dine muhalif olan içerik barındırır. Hastalık tüm toplumu şöyle ya da böyle etkisine alır. Sen korku döneminden önceki huzurlu yaşamını tekrar ikame etmek istediğinde sana ilk “dur” diyecek olanlar kendi içinden olanlar olacaktır. Belki yıllarca yanında duranlar olacaktır. Laik yaşam kendi sisteminde öğüttüğü Müslümanların eliyle seni engellemeye kalkışacaktır. Laik yaşam kendi sisteminde öğüttüğü Müslümanların içinde Müslüman geleneğine zıt hatta ulemayı adam yerine koymayan ukala Müslüman tiplerle varlığını tartışmasız kılmaya çalışacaktır. Saatin sarkacı gibi sallandırıp tepende o baskı döneminin korkusunu, seni onunla tehdit edip duracaktır. Teslim olursan izzetini kaybedersin, direnirsen Allah’ın izzetiyle yücelirsin.
Yeni dönemimizde imtihanlarımız bunlarla olacak. Yani kendi kendimizle. Allah kullara bir rahatlama vermiştir. Allah kullarına rahatlığı vermek için her şeyi vesile edebilir. Bu gün de olan bu. Bir şeyleri sebep kılmış ve rahatlama vermiştir. Bu siyasi, iktisadi, konjonktürel vs… ne dersek diyelim bunların hepsi Allah’ın bir vesilesidir. Eğer kullar olarak biz bu dönemin kıymetini bilemezsek Allah Müslümanların elinden bu gücü alacak. Bu yüzden hiç kimse bizim imanımızın izzetine dokunamaz, dokunamamalı, dokundurmamalıyız. Önce nefsimizden başlamalı sonra en ücra köşeye kadar götürmeliyiz bu kararlılığımızı. Hiçbir kimse, hatta hastalıklarını taşıyıp gelen Müslümanlar da dahil bize dinin bağlayıcılığından uzaklaştırılmış (laikleştirilmiş) bir dünyanın baskısını kurmamalı. Hastalıklı beyinler hastalıklı ruhlar bize yön vermemeli. Onlar kendilerinde bu cüreti görmemeli. Eğer cüret ederlerse sağlam bir iradeyi karşılarında bulmalı. Bu iki hastalıklı grup Müslümanların içinde dinin sorumluluğundan uzak kalmanın (laikliğin) garantörüdürler. Her ne kadar Müslüman olsalar da. Bu garantörlerdir işte korkuları canlı tutup Müslümanlığımızın düzeltilmesine bile kaş karartanlar.
Şimdi Allah’ın lütfu karşısında nasıl duracağız?
 Denizdeki dalgalardan sonra emniyetle sahile çıkaran Allah’a daha iyi şekilde kulluk edeceğiz. Müslümandan bundan başkasını kimse beklememeli.
Hiçbir kimse bizden dinimizin sözünün geçmeyeceği ortak bir alanı ya da ortak bir zamanı ümit etmemeli.
Hiçbir kimse bizden Rabbimizin lütfuyla ulaştığımız noktalarda Rabbimizi gücendirecek davranışlara cevaz vereceğimize inanmamalı.
Hiçbir kimse bizim dinimizin şiarlarını bir kenara çekerek kurduğu hayatına destekçi olacağımıza ya da onay vereceğimize inanmamalı.
Eşlerimizin ve çocuklarımızın bile imanımıza yakınlığıyla kıymet ya da kıymetsizliğinin belirlendiği hayatımızda hiçbir şeyimizi hastalıklı beyinlere teslim etmemeliyiz. İbadetinden, ev ihtiyaçlarımıza kadar hiçbir şeyi…
Biz müslümanız bizim izzetiyle ayakta durabildiğimiz dinimizi bir başkası asla düşünmeyecektir. O halde menfi olanı yaparız. İmanımızın izzetini koruyacak şeyleri isteriz. Hangi zamanda, hangi mekanda, hangi işte, hangi kişiyle olduğumuza bakmayız imanımızın izzetini koruyacak şeye bakarız. İmanımızın izzetini zillete dönüştürecek işe, kazanca, adama bakmayız eyvallah etmeyiz.
Haz peşinde koşmayız.
Ve Allah’tan hayırlı son isteriz.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Fenalık; Bir Telefon Kadar Yakın

En pahalı cep telefonumuzu Peygamber aleyhisselam’ın bir oğlak leşinin kulağından tutup “Allah’ın dünyaya verdiği değer sizin bu oğlak leşine verdiğiniz değerden daha fazla değildir” dediği gibi hiçleştirip önemsizleştirmedikçe çocuğumuza ne yaparsak yapalım o hastalıktan sıyıramayız.
*                                           *                                                  *
Allah insanı yarattı sonra da “O’nu en kıymetli varlık kıldı.” (Tin:4) Şeytan ise bunu kabullenemedi. İsyan etti isyan ederken de en büyük yeminini ve tek gayesini söyledi “Rabbim; beni azdırmana karşılık andolsun ki ben de onlara yeryüzündeki fenalıkları güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım” (Hicr:39)
İşte o günden sonra böylesine mahvetmeye adanmış ve asla insafı olmayacak olan bir düşmanla aynı dünyada zarar görmeden yaşamakla imtihan edilmeye başladık. Yalnız bırakılmadık ama. Allah o şedid düşmana karşı hem bizim yardımcımız hem bizim vekilimiz oldu da bize lütufta bulundu.
Muhakkak ki şeytanın hilesi çoktur ama zayıftır da. Sırtımızı Allah’a dayadıktan sonra en güçlü hilesi bile cılız bir hal alıverir. İşte bunu bildiği için şeytan kulların rabbiyle irtibatı kesmeden hilelerini uygulayamıyor. Merhale merhale emin adımlarla ilerliyor. Önce irtibatı koparacak işlerle meşgul ediyor sonra da bitirici darbeyi indiriyor. Önce bağı koparıyor sonra yalnızlaştırıyor nihayetinde de Allah’ı anmaktan uzak bir nesil ortaya çıkıyor.
“...fenalıkları güzel göstereceğim…” İşte bu şeytanın en büyük silahı. O zorla yaptırmaz hiçbir şeyi. Bir şeyi güzel gösterir. Onu yapana kendisini ayrıcalıklı hissettirir. Farklılığın “yeniliğine” inandırır da asla yalnızlaşmaya götüreceğini hissettirmez. Herkes aynı farklılıkla hareket eder sonra bir zaman gelir herkes aynı tür oluvermiştir. Sonra şeytan etki alanı içindeki herkesi yeni bir şey(ler)le meşgul eder. Bu düzeni hem eğlenceli hem neşeli kılar ki kimse hilesinin farkına varmasın. Lunapark çılgınlığı gibi bir hayatın içinde oyalar durur insanları.
Her dönemde insanları oyalayacak bir şeyler mutlaka bulmuştur Şeytan. Yaşadığımız şu an şeytanın en büyük oyuncağı internet ve telefondur. Televizyon dönemi bitmiştir. Sinema dönemi bitmiştir. Yeni dönem internet ve cep telefonu dönemidir. Özellikle de cep telefonu.
Telefon haberleşme aracı olmaktan çıktı şeytanın Adem’i çıplaklaştırdığı ve yalnızlaştırdığı meyveye dönüştü sanki. Büyük emeller vaat ediyor adeta. Her şeyin bilgisine sahip olunacakmış gibi, herkesten ayrıcalıklı hal alınacakmış gibi, hayata dair tüm boşlukları dolduracakmış gibi, huzur ve neşeyi sunacakmış gibi uzanıveriliyor. Ve şeytan o büyük tuzağını yine kuruyordu;  “fenalıkları güzel göstermek”. Bir telefon fenalık olabilir mi? Bir telefon bu kadar ağır ithamlarla suçlanabilir mi? Derdimiz telefon değil telefona o anlamı veren insanlardır. Şeytan insanı avucuna aldı mı en masum şey bile bir bela oluverir.  Rızık, araç, çocuk, kadın, iş…vs. Eğer bir nesil kendi icad ettiği bir şeye şeytanın vaat ettikleriyle yaklaşırsa ona mesafeli olma vakti gelmiş demektir.     
Cep Telefonu çılgınlığı, zaten Allah ile olan bağları iyice çürümüş neslin evlatlarının tümden Allah’tan koparılma çabasıdır. Bunun için Cep Telefonu, yeni bir nesil kurgusuna dönüştü.
Otobüste güya lüzumsuz muhabbetten kurtulmak adına kulaklıkların kulağa geçirilmesinden sonra kurgu gerçekleşmiş demektir. Caddede, sokakta, araçta, evde kulaklıklar kulağımızda bir hayatı yaşıyorsak kurgu gerçekleşmiş demektir. Bir mecliste, bir derste, hatta bir Cuma namazında bizi kendisiyle meşgul ettiriyorsa kurgu gerçekleşmiş demektir. Uyumak için vardığımız yatakta dahi bizi kendisiyle meşgul ediyorsa kurgu gerçekleşmiş demektir. Yemekte, çayda, misafirlikte, babanın-annenin konuştuğu bir mekanda bizi kendisiyle meşgul ediyorsa kurgu gerçekleşmiş demektir.
Belirleyici olan şeytanın süslü gösterdiği bu davranış. Herkes aynı davranış kalıbına girdi. Hayatımızın en dar zamanlarında, en hareketli zamanlarında en kalabalık zamanlarında bile aynı davranışları sergileyen insanlarla karşı karşıyayız artık. Güya tek tip insan olgusuna karşı duran liberal yaşamın tek tipleştirdiği tiplemeler hayatın görünürü olmaya başladı.
Aynı biçime soktuktan sonra benzer sonuçlar çıkacaktır. Burada karşılaştığımız şey bu. Toplumdan uzak, kimseyi umursamayan, yaşadığı dünyaya kulak tıkayan, küçücük bir anını bile başkalarıyla paylaşmayan, olan biteni ve olacak olanları hesap edemeyen, zekasını, ruhunu, bedenini bir cihaza teslim etmiş bir nesil. Güya herkesin farklı olmasını savunan liberal yaşamın ortaya çıkardığı aynı tiplemeler. New York metrosundaki bir yolcuyla Konya tramwayındaki yolcu tipi aynı olmuştur. Tek tip insana karşıyız diyerek safları darmadağın edenler tek tip nesil oluşturmayı başarmışlardır.
Böyle bir yaşam biçiminde ne büyüğe hürmet olur, ne küçüğe ilgi olur, ne komşuluk olur, ne hasbihal olur, ne bayram olur, ne seyran olur, ne sevinç olur ne neşe olur. Her şeye karşı hissiz ve duyarsız bir yaşam. Bunlar gelecek neslin felaketleridir. Bunlar şeytanın bize süslü gösterdiği fenalıkların sonucudur. Mesele sadece cep telefonundan ibaret değil. Mesele şeytanın hayatımızın olmazsa olmazı haline gelen bir cihaza hükmediyor olmasıdır. Onu kullananları bekleyen tehlike burada.  Bir nesil O cihazla mutlu olarak büyüyor. Bir nesil o cihaza bağımlı yaşıyor. Bir nesil o cihazın vaat ettiği kadar “kankalık” yapıyor. Bir nesil tüm hayatını o cihaza göre düzenliyor. Allah günleri değiştirdiği ve hayatı bu neslin eline bıraktığı zaman hal ne olacak bunu düşünmek gerekiyor.
Kendi ellerimizle nesilleri bu hale getiriyoruz. Başarılı olan bir çocuk cep telefonu ister, baba söz verir cep telefonu için. Sanki onur meselesiymiş gibi mücadele eder çocuklar babalarıyla. Olması izzet olmaması sefillikmiş gibi bir yanılgıyı kendi elleriyle güçlendirir babalar-anneler. Cep telefonunu alan her çocuk akıntıya düşüp giden dal parçası gibi kaybediyor kendini akıntıda. Çocuk cep telefonu ile kurulacak bağın çok önemli ve zorunlu olduğuna inanıyor. Çevreden gelen etki bu inancı oluşturuyor. Bizim cep telefonu ile olan bağımız eğer çocuğumuzun bu inancını pekiştiriyorsa baş müsebbip biziz. Etrafa kızmaya gerek yok. En pahalı cep telefonumuzu Peygamber aleyhisselam’ın bir oğlak leşinin kulağından tutup “Allah’ın dünyaya verdiği değer sizin bu oğlak leşine verdiğiniz değerden daha fazla değildir” dediği gibi hiçleştirip önemsizleştirmedikçe çocuğumuza ne yaparsak yapalım o hastalıktan sıyıramayız. Önce bizim dünyamızda değerini kaybetmeli sonra onun dünyasında değersiz olmalı. Zira oğullar babalarının kopyasıdır. Aynı durumlarda genelde aynı davranışları sergilerler.
Gelecek neslin hali şunu gösteriyor (Allah’ın dilemesi hariç): Ne yapsan etkilenmeyen, adeta robotlaşmış bir nesil. Robottan insana giden siber robot modelini tersten uyguluyorlar yani. Duygu ve hisleri olan insandan duygu ve histen sıyrılmış yarı insan yarı robota dönüşmüş bir nesil. Hayatını ilgilendiren her önemli olayda sadece öğretilmiş davranışları sergiler. Şenliği şenlik değil; neşeyi bilmez. Düğünü düğün değil; mutlu olmasını bilmez. Ağlaması ağlama değil; hüznü tanımaz. Gülmesi gülme değil; memnuniyeti bilmez. Sevgisi sevgi değil; içtenliği bilmez.
Yalnızlık içindeki insanlar yalnızlık içindeki gençler yalnızlık içindeki çocuklar. Biz çocuklarımızı her gün bir yalnızlığın içine terk ediyoruz aslında. Eğer ekin bitmez, kervan geçmez bir yalnızlaşma tehlikesiyle karşı karşıyaysa çocuklarımız biz de bunun sıkıntısıyla kıvranıyorsak İbrahim gibi olmalı çocuklarımız hakkında şunu demeliyiz: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını Senin evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz namazı dosdoğru kılmaları için. Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onları ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” (İbrahim:37) İhlasla yetiştirmeye çalıştığımız neslimizi namazın merkez olacağı bir çevreye ya da mekana alıştırmalıyız. Gayretimiz bu olmalı. Her gün çocuklarımızı bırakmak zorunda kaldığımız yalnızlıkla ilgili olarak da İbrahim’in yaptığından başkasını yapamayız; Dua… “Rabbimiz! Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir.” Yani iyi insanların gönüllerini onlara meylettir… İbrahim’e yeten Rabbi bize de yetecektir inşallah. Biz İbrahim gibi ihlaslı olmadıktan sonra iyi insanlar da bizim evlatlarımızı bulmayacaktır. Bizdeki ihlassızlık çocuklarımıza gevşeklik olarak yansıyacak onlardaki gevşeklik insanların zararlı olanlarının gönüllerini onlara meylettirecektir. Bu matematik denklemi gibi şaşmaz bir şey değildir elbet. Nuh’un ihlası oğlunun gönlünün iyi olmayanlar tarafına kaymasına mani olamamıştı. İbn-ül Cevzi gibi alim bir baba öldü de evladı babasının bıraktığı yüzlerce el yazması kitabını satarak parasını içki alemlerinde bitirmiştir. Allah bunlardan ümmeti muhafaza etsin. Bunlar da karşılaşılabilecek şeyler ama Allah’ın rahmeti geniştir. Biz O’nun rahman ve rahim sıfatına sığınırız. Yolumuza da planlarımıza da böyle yön veririz.
Hani İbrahim demişti ki; “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” (İbrahim;35)“Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle.” (İbrahim;40) İbrahim’in derdi buydu. Bizim derdimiz de bu olmadıkça çocuklarımızı yalnızlığın içinden nasıl sağ salim alabiliriz? Yalnızlaştıran şeylerden nasıl uzaklaştırabiliriz? Şeytanın elinden nasıl alabiliriz?

NELER YAPILABİLİR
Namazla ilgili özel çalışmalar yapmalıyız. Çünkü olay sadece cep telefonu, teknoloji değil işin temelinde yasak meyveye dönüştürülmüş bir kurgu vardır. Şeytan neyi yok etmek istiyorsa hilesinin sonucunda, biz de oradan başlamalıyız önlemler almaya. Namaz müminin kazığıdır. Oynaması tehlike, çıkması felaket demektir. Sinsi düşman hep bu kazığı oynatmak için çalışıyor. Çökmüş çocuklarımızın tepesine ha bire kazığı yerinden çıkarmaya çalışıyor.
Şunu kesinlikle bilmeliyiz ki düşman ciddi, hilesi tehlikeli, amacı da helak etmek. Artık bundan sonra bu olayı böyle görmek gerek. Aksi halde her türlü tedbir boş olacak.
*Namazla ilgili özel çalışmalar yapmalıyız. Namaz kılınan mekanlar oluşturmalıyız. Çünkü olay sadece cep telefonu, teknoloji değil işin temelinde yasak meyveye dönüştürülmüş bir kurgu vardır. Şeytan neyi yok etmek istiyorsa hilesinin sonucunda, biz de oradan başlamalıyız önlemler almaya.
*Çocuklarımızın yaşına denk ya da yakın çocuklardan namaz kılanlarla ortak zamanlar oluşturmalıyız.
*Aile gezmeleri çocuğumuzun geleceğine yönelik planlanmalı. Çocuğumuzun düşmesini istemediğimiz duruma çekecek aile çevrelerinden uzak durmalıyız ya da sınır koymalıyız. Yakınımız bile olsa...
*Cep telefonu ve interneti ona sus payı olarak kullanmamamız gerekiyor. Bir koz gibi de kullanmamak gerekiyor. Zira her koz değerli olan şey demektir. Belki zihninde zannettiğimiz kadar değer taşımayan şeyler koz olarak kullanılınca “çok değerli” olacak.
*Çocuklarımıza yaşadığımız dünyanın dışında bir şeylerin bize yön verdiğini hissettirmek gerekiyor.
*İbrahim’in yaptığı gibi Allah’la irtibatlarını artıracak şeyler yapmak gerekiyor. Zihnini meşgul eden kavramların din ile ilgili kavramlar olması için gayret şart. Türlü çalışmalarla bunlar yapılabilir.
*Çocuklarımıza Kur’an’daki peygamber ve şahısları ailemizden biri gibi tanıtmalıyız ki hayatımıza girebilsinler.
*İnternet ve telefon ile iştigali bitmeyen baba-anne örneği olmamalıyız.

Sonuç olarak hepimiz çocuğumuzun, ailemizin içinde bulunduğu duruma göre bir takım çözüm yolları bulabilir. Aynı yöntem olması şart değildir. Önemli olan İbrahim gibi samimi İbrahim gibi ihlaslı olmaktır. İnşaallah İbrahim’e Kabe’yi oğluyla birlikte imar etme şerefini veren Allah biz kullarını da birlikte secdelere varılacak evlatlarla şereflendirir. Hatta ümit edelim ki Ömer bin Abdulaziz’i “kalk baba kalk, namaz namaz!” diye uykudan uyandıran oğullar-kızlar bahşetsin Allah bize.
“Rabbena la tezerna ferden. Ve ente hayrul varisin.” Enbiya; 89 (Amin) 


9 Mayıs 2014 Cuma

Bir Musa Öfkesiydi O

 Zira din gidiyordu. Allah’a iman gidiyordu. Peygamberine iman gidiyordu… Bunlara itaat değil iman gidiyordu… İşin en büyük tehlikesi de buradaydı. İtaatten uzaklaşanı uyarırsın, kulağını çekersin daha da olmadı ceza ile yola getirirsin ama bunlara iman gittikten sonra varoluş gayesini kaybetmiş olursun. Musa’yı öfkelendirip elindeki levhaları attıran tehlike buydu. İbn-i Teymiye’yi meydana çıkaran ve öfkeli kılan da buydu.
                        *                                                 *                                                 *
Allah bizden razı olacağı dini (Maide:3) bize açıkça bildirmiş ve o dini tamamlamıştır. Peygamber (as) da dini insanlara hiçbir eksiklik (Enam:38) bırakmadan aktarmıştır. Bundan sonrasında iman ve itaat vardır; icad yoktur. “Kim bundan sonrasında bir şey icad ederse o reddedilmiştir.” (Buhari-Müslim).
Raşid halifeler dönemi gelen dini koruma dönemidir. Sonrasında gelen dönem Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç ayaklar altına alınan dünyanın baş tacı edilmesidir. Bu yüzden ayaklar baş başlar ayak olmuştur.
Allah’ı razı eden, Peygamberi doyuran, ashabı doyuran din, bu altüst oluşu yaşayanları doyurmamaya başladı. Ashabın uğruna canını verdiği dini elleriyle yan tarafa çekip kendilerine başka yollar açmaya başladılar. Din her zaman oldu ama önlerinde değil yanlarında idi çoğu zamanda arkalarında kaldı. Allah’ın Vahye tabi kıldığı aklı vahyin önüne geçirdiler. Yunanlılardan yapılan çeviriler, şirkin içine yerleştiği düşünceleri Müslüman topraklarının zeminine yerleştirdi. Aklî olan şeylerle oynamak, oyalanmak o kadar hoşlarına gitti ki onlar için en yüce adamlar feylezoflar oldu. Feylezofların sözleri Allah azze ve cellenin ayetlerinden de Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sözlerinden de daha kıymetli hale geldi. Aç kalarak, dayaklar yenerek, işkenceden öldürülerek, huzuru ve rahatı unutarak pisliklerden arındırılan topraklarda keyfinin peşinde, ölümü edebiyattan ibaret dizelerde okuyan, acıdan ve açlıktan haberi olmayan, fedakarlık nedir bilmeyen, insana dair derdi olmayan sorumsuzlar yüzünden şeytan başka diyarlardan yeni yeni putlarını getirip dikiyordu artık. Müslüman ismi, seherlerde göz yaşı döken, elinde kalan son yiyeceğini kardeşine ikram eden, kendini bildirdiği ve zikretme imkanı verdiği için her gün Rablerine hamd eden, Ayeti ve hadisi duyunca akıllarını bir kenara çeken, hatta kapısına gelip de “bir de senin görüşünü almak istedim” diyerek Peygamberin söylediğinin dışında bir şeyi arayan adamı oracıkta kılıçla öldürüveren adamlardan gecelerini ve gündüzlerini lakırdıya vermiş, cedelci, inatçı, kendini ibadetlerden azade kılmış, Hamdi ve şükrü unutmuş, aklı ve akılcıları (felsefe, kelam, tasavvuf vs…) Allah’tan ve Rasûlünden daha yetkili kılan, Peygamberini ve ashabını kendi öğrendiklerini (safsataları) bilmedikleriyle eksikli bir duruma düşürmeye çalışan zavallılar topluluğuna dönüştü.
Ümmetin payına bundan daha büyük bir bela düşer mi? Bu dini yok etme derdinde olanlar böyle bir fırsatı kaçırır mı? Peygamberin ashabının eğitimiyle arı duru hale gelmiş bu topraklar tüm kirli ve pis planların, şeytanın emellerinin tezgahlandığı ortamlara dönüştü. Peygamber aleyhisselam ömrünü verdi şeytanı bu topraklardan çıkarmak için ama birileri onu kendi elleriyle tekrar getirdi. Hem ta Yunan’dan hem de bu ümmetin imkanlarını kullanarak. Lanetlenerek kovulan şeytan Yüce Pîr olarak geri geldi.
Tüm hakikatlere kolayca saldırılmaya başlandı. Tüm kötüler iyi gösterilmeye başlandı. Kötülerin sesi yüksek çıkarken iyilerin sesi duyulmuyordu bile. İnsanlardan kalbi zayıf olanlar da yüksek çıkan sese tabi oluyordu her dönemde olduğu gibi. O yüksek çıkan ses akılla vahye galip olma derdindeki şeytanın sesiydi.  O yüksek çıkan ses birilerinin hevesi, arzusu, kıt aklıydı. O yüksek çıkan ses o kadar etkili olmaya başlamıştı ki insanlar o sesten gelen her ifadeyi dinin bir kuralı ya da gereği gibi zanneder oldu. O yüksek ses karşısına çıkan olmayınca Allah’ın arzında şişinmeye başlamıştı. Hakikat üzere olan alimler ise ya tefsir ile, ya hadis ile, ya fıkıh kaideleri ya da bunlara ait şerhler yazmakla meşguldüler. Sonraki dönemde “müthiş” diye tabir edilecek ve asla abartı olmayacak derecede ilmi eserler ortaya kondu. Ama o dönemi kurtaracak olan bu eserlerin çokluğu değil; Peygamber aleyhisselamdan gelen arı duru dinin en yüksek sesle dile getirilmesiydi.  Dini tahrif etmeye çalışan, farzları hiçe sayan, Allah’ı ve Peygamberini gereksiz görüp onlara alternatif getirmeye çalışan zalimleri ne bu eserler ne de müellifleri susturamıyordu.
Bu toplum artık Peygamber aleyhisselamın bıraktığı toplumun özelliklerini kaybetmeşti. Bu toplum artık ashabı da hatırlatmıyordu.
İşte böyle bir dönemde lazım olan öfkeli bir Musa idi. Önce elindeki levhaları atacak sonra da dini tahrif edenlere haddini bildirecekti (A’raf;148-150). Dinini terketmiş olanlara yeni bilgilerden, faziletlerden bahsetmeyi bırakıp Firavun'un pençesi altındayken anlatılan dini anlatmak gerekiyordu. Yani en başa tekrar dönmek gerekiyordu. Yani Lailaheillallah'a... Allah bu dönemde İbn-i Teymiye’yi lütfetti ümmete. Elhamdülillah… Allah’a, O’nun dinine, peygamberine kastedilen bir yerde kitap başında oturan değil,  zalimin karşısına dikilen bir adam gerekliydi. Söylemesi gerektiğine inandığı şeyler olsa da öncelik kendinde olanlar değil söylenmesi gerekenlerdi. Allah’a ve Peygamberine kastedenlerin ve onların saptırdığı halkın karşısına o an elde ne varsa atıp çıkarak mücadeleye girişmek gerekiyordu. Zaman emirleri ve nehiyleri değil imanı anlatma zamanıydı. Zira din gidiyordu. Allah’a iman gidiyordu. Peygamberine iman gidiyordu… Bunlara itaat değil iman gidiyordu… İşin en büyük tehlikesi de buradaydı. İtaatten uzaklaşanı uyarırsın, kulağını çekersin daha da olmadı ceza ile yola getirirsin ama bunlara iman gittikten sonra varoluş gayesini kaybetmiş olursun. Musa’yı öfkelendirip elindeki levhaları attıran tehlike buydu. İbn-i Teymiye’yi meydana çıkaran ve öfkeli kılan da buydu. İbn-i Teymiye’yi diğer alimlerden bambaşka kılan da buydu. Onların yaptığı gibi elinde olanı anlatıp duran medrese alimi olmayı da tercih edebilirdi, mescid de ders halkalarıyla oyalanıp durmasını da bilirdi. Ama o önceliğin meydana çıkmak olduğunu gördü. Ve bambaşka bir duruş sergiledi.  Öyle bir duruşu olmalıydı ki Allah’a ve Peygamberine kastedenlerin hepsi rezil ve rüsva olmalıydı. Öyle bir duruşu olmalıydı ki dinleri bozan hainlerin ayakları evlerinden dışarıya çıkmaya cesaret edememeliydi.  Öyle bir duruşu olmalıydı ki ayak olmuş başları tekrar baş yapmalıydı. Öyle bir duruşu olmalıydı ki saptıran zalimlere tabi olan halk hakikatin sesini ve kararlılığını görerek gittikleri yolun yol olmadığını görmeliydi. Öyle bir duruşu olmalıydı ki O’nun olduğu yerde sadece Allah ve Rasulü konuşmalı gayrı herkes susmalıydı. Bu öyle bir ses olmalıydı ki uyuşmuş tüm hücreleri canlandırmalıydı. Bu öyle bir ses olmalıydı ki kendinden sonraki tüm cılız seslere cesaret vermeliydi. Ve insanlar görmeliydi Allah’tan gelene sırtını dayadıktan sonra asla zillete düşülmeyeceğini.
Nitekim öyle oldu. Musa gibi geldi, sapıkların sesi kesildi. Putları parçalandı. Zelil oldular. Haysiyetleri kalmadı. Mekanları daraldı. Kazançları bitti. Bu yüzden çok düşman kazandı. O’nun varlığıyla itibarsızlaşan herkes O’na düşman oldu. Allah ise O’nu düşmanlarına galip getirdi. Alimler O’ndan cesaret aldı. Şeytan’ın planları bozuldu. Bu kadar yükü yüklenen her adam gibi o da öfkesini bir silah olarak kullandı. 
İbn-i Teymiye ile ilgili karakter tahlili yapılırken “öfkeliydi” denir. Kendisini öldürmeye ahdetmiş olanları bile bağışlayan bir adam nasıl hiddetli olur? Eğer bu tanımlama din ile ilgili tepkilerinden dolayı ise bundan doğal ne var ki? O Peygamber aleyhisselamın ümmetinden biridir. O’nun peygamberi de öyleydi. Şimdi Peygambere öfkeli mi diyeceğiz? Ömer’e öfkeli mi diyeceğiz? Öfkesi ümmete ait ümitleri mi söndürmüş? Öfkesi bir hayra mı mani olmuş? Öfkesi insanları dinden mi soğutmuş? Öfkesi zalimleri mi sevindirmiş?
O’nun asıl öfkesi insanları saptıranlaraydı. Halka öfkesi ise cehaleti taklit ettiklerinden dolayıdır. İbn-i Teymiyeyi “öfkeli” diye tabir ettiren duruşu sapıklıkları icad edenlere ya da onlara alet olanlara karşı takındığı tavrıdır. Bu kadar çilenin ve yükün içinde nasıl öfke olmasın. Halka gelince halk O’nu çok sevmişti. Öldüğünde düşmanları rahat nefes alırken halk binlerce kişi ile cenaze namazını kılmıştır. Herkes “Kur’an’ın Tercümanının” cenazesine koşarak gelmişti. Karşılanışları nasıl kalabalık olmuşsa uğurlanışı da öyle kalabalık oldu.
Şimdi bütün bunlardan sonra İbn-i Teymiye’nin öfkesiyle ilgili bir olayı değerlendirelim. Şahsını övmeye gelen ve bu maksatla şiir yazan ilim sahibi birini yazdığı şiirdeki imla hatalarından dolayı cahillikle nitelemişti. Ona muhabbet besleyen adam o andan itibaren ona düşman olmuştu. Bu nasıl muhabbet ki saniyeler sonra amansız bir düşman oluyor. Şimdi gelelim İbn-i Teymiye’nin bu olaydaki tavrına. Önce onu anlamaya çalışalım kararı ise sonra verelim. İbn-i Teymiye’nin üzerindeki yükün ağırlığından bahsettik zaten. İbn-i Teymiye’ye gelen kişinin tavrı onu anlamada bize ipuçları verecektir. İlim sahibi biri. Nasıl olur da övmeye meyleder. Peygamber aleyhisselam “sizi öven adamın yüzüne toprak saçın” diyor. Yine yanında birisi övülüyor da bu övgüyü yapana “şimdi onu öldürdün” diyor. Bunlardan nasıl gafil olabilir? Şayet gafil değilse bu aşırıya kaçmaktır. Bu övgücülük öyle ileriye gitmiştir ki Ali’yi ilah makamına oturtmuştur. Bu kimseler şimdi İbn-i Teymiye’nin en büyük belalılarından biriydi. Bu övgücülük öyle ileri gitmişti ki; şeytan bunu kullanmış Peygamber aleyhisselamı Allah’ın gücüyle nitelettirmiş kabrinden medet umulur hale getirtmiştir. Bu sorun İbn-i Teymiye’nin yakasını o zaman da asırlarca geçmesine rağmen şimdi de bırakmamıştır. Bu övgücülük öyle ileri gitmişti ki Feylezoflar Allah’ın ve Peygamberi’nin önüne geçirilmiştir. Bunun için İbn-in Teymiye’nin başındaki en büyük dertlerden biri de bu hadlerini aşanlardı. Daha, daha, daha… Şimdi Sen İbn-i Teymiye’nin yıkmak için çıktığı yolda o taşı getirip alnının çatına koyuyorsun. Sen İbn-i Teymiye’yi övmüyor onu öldürüyorsun. O övgüyü kabul etseydi övgücüleri artacak daha ölmeden onu diri diri mezara gömeceklerdi. O adama “beni neden övdün” ifadesi kullanarak kızmadı, cehaletini dile getirerek kızdı. Bu cehaletle düşmanlarına yardımcı oluyordu İbn-i Teymiye’ye değil. Buna alışan yarın başka birini övebilirdi. Allah’tan başka övgüye layık kimse yoktu. O halde ilmi kadarıyla haddini bilmeliydi. İbn-i Teymiye adamı bu cahil tarafından vurdu ki diğer bilenler de bu ve benzeri hatalardan uzak dursun. Allah bilir ama eğer şiirinde yanlışlık olmasaydı bu sefer direkt olarak adama kızardı. Zira O’nda Ömer tabiatı vardı. Gerekirse ağacı keserdi. Gerekirse adamı… Allah O’ndan razı olsun. Şiir sadece vesile olmuştur.
İbn-i Teymiye'den sakin olmasını beklemek Musa'nın Tur'dan inişinde sakin olmasını istemek gibidir. Mümkün mü?
Şu halde İbn-i Teymiye’nin öfkesini zamanına, muhatap olduğu kimselere, üzerindeki yüke, kendisiyle ilgili haince planlara, gayesine ve en büyük düşman olan şeytanın o topluma yaptırdığı şeylere vakıf olmadan değerlendirmek O’na yapılacak büyük bir haksızlık ve insafsızlıktır. 
O da bilirdi durumu idare ettirmeyi.O da bilirdi ruhsatları sınırsızca dağıtmayı. Ama o biliyordu ki dinin ortadan kalkmaya başladığı ve cahiliye yaşamının yerleşmeye başladığı hatta yerleştiği bu fitne dönemlerinde alimin idare etmek gibi bir hakkı yoktur. İnsanlara ruhsatlar dağıtma yetkisi yoktur. Azimeti ön plana çıkarıp gerekirse her türlü tepkiye hazır olmak vardır.
Yumuşak geçişler, durumu idare ettirmeler, ruhsatların azimetlere baskın hale gelmesi dini bekleyen en büyük felaketlerdir. Allah ondan razı olsun o da bu felaketlere sebep olmadı. Düşmanları çok oldu ama Allah onu düşmanlarına karşı hep destekledi. Dönemine göre bir duruş değil Allah ve Rasulünün yanında bir duruş sergiledi. 
Ruhlara zillet veren şeylere başkaldırıyı öğretti o.  Bunun için başkaldırıyı hisseden her adam onu mutlaka bulacaktır. Kimi zaman anlama çabasında olanlar bulacak onu. Kimi zaman da şahsi kavgasına meşruiyet arayanlar...




5 Mayıs 2014 Pazartesi

Hırpalayan Yolsuz Bırakan Düzen

İyilerin, iyiliklerin geçmişe gömüldüğü ve artık kötüler ve kötülüklerin hakim olduğu bir düzende yaşadığımızı söylemek büyük bir gerçeğin farkına varmak değildir. Bu zaten herkesin bizzat yaşayarak bildiği bir şeydir. Çünkü bu günkü düzenin rahatsız etmediği, incitmediği, eziyet etmediği, ağlatmadığı, kahrettirmediği, kara kara düşündürmediği hiçbir kimse yoktur. Mesele zaten bellidir. İnsanlık kendi elleriyle kurduğu düzenin pişmanlığı ve sorunlarıyla boğuşuyor. Bu durumu her seferinde yeniden icad eder gibi, keşif yapar gibi durup durup yeniden anlatmak (ne kadar güzel anlatılırsa anlatılsın) bu rahatsız olduğumuz durumdan insanlığı kurtaramaz. İmam Gazali’nin anlatımıyla “doktorun hastaya hastalıklarını saydıkça hastanın ağlaması” gibi bir durumla karşı karşıyayız. Hastalılıkları sayıp durmak değil tedavi etmektir beklenen. Çözümünden bihaber olunan ve çözümüne dair hiçbir gayretin olmadığı sorunları anlatmak çıkış yolu değildir. İnsanlık, sorunlarının, hatalarının bir bir sayılmasına değil kendilerine sunulacak çıkış yollarına muhtaç. Sorunlar tespit edilmeden çözüm bulunmaz ama sürekli sorun anlatmak da işkencenin bir diğer adıdır.  Zaten herkes ciğerine saplanmış bir hançerle yaşıyor. Ciğerinde hançerle yaşayan birine acıyı mı tarif edeceğiz? Hançeri çıkarıp yarasını tedavi edecek yola muhtaç insan.
Hep hırpalayan sonra da başıboş bırakan bir düzeni yaşıyor insanlar. Başıboş bırakıldıkça da hırpalanacak şeylerin niceliği ve niteliği artırıyor. Kendi kendini besleyen bir virüse müptela düzen.
Gelelim bu gün yaşadığımız hayata…
Mesela; öğrenci kendisini adam edecek çıkış yollarıyla bir kez olsun tanıştırılmadan seneler boyu okullarda ömür tüketir. Her seferinde müdür nutuk çeker “adam olun” diye. Hatta falancadan filancadan örneklerle güzellemeler yapar. Ama güzelleme yaptığı falancaların yaşamına dair söyleyecek bir şeyi yoktur. Her seferinde öğretmen hükmünü verir “adam olmaz bunlar” diye ama adamlığın tarifini ve bu tarifin içinde nelerin olduğundan bahsedemez mahkum ettiği talebelerine. Her seferinde anne baba yakınır çocuğundan “ne yapsak adam olmuyor” diye ama bir kez olsun dertleşme lütfunda bulunmazlar çocuklarına. Bu yakınmaların da mahkum etmelerin de, nutukların da hiç biri samimi değildir. Çünkü hiç birisi gerçekten bir şey yapmamıştır. Onlar “kulların kendilerini düzeltmeden hiç bir şeyin öyle kolayca oluvermeyeceğini” ya bilmiyorlar ya da iradelerinin zayıflığından buna yönelmiyorlar. Sonra da haşa “ol” hükmünü vermeye çalışıyorlar.
Mesela; Çıraklar ve kalfalardan ahlaklı olmaları istenir. “Ahlaklı ol” her zaman tekrar eden emirdir. Ama nasıl ahlaklı olunur ile ilgili ustanın çırağına verebileceği bir şey kalmamıştır. Ahlaklı ol dese de çırak ustasının ahlaklı tarafını değil “fırıldak” tarafını benimser. Neden? Çünkü ustasının “fırıldak” tarafı daha dolu, daha canlı, daha albenili iken ahlaklı tarafı cılız ve hissizdir. Sonuçta canlı ve albenili olan tercih edilecektir. Herkes ahlaklı tüccar isterken ahlaksız bir tüccar yetiştirir.
Mesela; Gazetelerde dergilerde her gün kötü adamlardan bahsedilir. Kötülüğümüz tescillenir.  Toplum canavarları, trafik canavarları, sarhoşların yaptıkları, canilerin cinayetleri, hırsızların çaldıkları vs… Hep eğitilecek cahiller ya da yontulacak kereste gibi bakılır halka. Her türlü eğitimin verilmesinden bahsedilir. Bunun yanında iyi şeylerden bahsedilirken de yasak savma kabilinden bahsedilir. Bazen bazı adamlar tanıtılır. Onların iyilikleri sayılır durur. Ama nasıl olup da iyi olmayı başardıklarıyla ilgili hiçbir yol açıcı ifade yer almaz. Örnek verilen sahabe bile olsa onların nasıl iyi olabildiklerini ve nasıl iyi kalabildiklerini değil sadece iyilikleri anlatılır. Buradan da bir şey bina edilememiştir. Geriye kalan “biz onlar gibi olamayız” oluyor. Sonra gazete ve dergilerde hakim olan haber kötülerin haberidir. Her gün kötülenen davranışlar daha da artar sayfalarda. Neden? Çünkü kötülüğe ait haberler ve kötülere ait haberler hem canlı, hem heyecanlı, hem cezasız, hem daha kolay ulaşılabilirdir. İyiliklere ait haberler ise hem sönük, hem ciddiyetsiz, hem formalitedir. Önüne “Vay…” deyip okunan her haber aslında yaşadığımız hayatın bizi acıtan yanıdır. Ve o haberle bir kez daha kötülüğümüz yüzümüze vurulur. Peki çare? Yok.
Mesela; filmler ve dizilerde iyiler hep geçmiş dönemde kalmış insanlardır. Filmler ve diziler yani görsel medya kravatlı, ceketli, tıraşlı, parlak ayakkabılı, son model ev ve arabalar ile müthiş imkanlara sahip bir “iyi” adamı göstermez. Bu tipten nasıl iyi bir adam çıkacağıyla ilgili yol açmaz. Hangi şeylere değer vererek “iyi” olacağıyla ilgili bir tanımlama yapmaz. İyiler ancak eski dönemde ata binen, fes giyen, cumbalı evlerde oturan, kendi halinde yaşayan, en iyi aşık olan, masum kimseler olur. En hararetli adalet mücadelesi bile “müthiş bir aşk” hikayesi ile kuşatılır. Aşk kalır adalet mücadelesi biter. Dizi de filmde birkaç zaman sonra tamamen aşk hikayesine dönüşür. Çünkü aşkı bildikleri ve önemsedikleri kadar insanı ve iyiliği önemsemiyorlar. Çünkü aşkın içini doldurabildikleri kadar adaletin ve iyiliğin içini dolduramıyorlar. Doldurmak istemiyorlar. Veyahut da iyiler bu günden kopuk bir yaşam ve kişilerden olur. Bu yüzden kimse kendi hayatıyla iyi adam arasında bağıntı kuramaz. Kurdurulmaz… Bunun bilinç altına attığı hakikat; “iyiler eskide kaldı” dır. Şimdiyi anlatan tüm diziler ise her türlü rezaletin içinde geçtiği bir senaryoyla anlatılır. Bunun bilinçaltına attığı gerçek ise şudur: “bu gerçek dünyadır”. Dolayısıyla başka anlatılanlara itibar edilmeyecek ve herkes bu düzene göre yaşamını, karakterini hazırlayacak. Görsel medya iyi olunması derdinde değil iyiliklerin yok olması derdinde. Neden hep iyi karakterler sevilir de kötü karakterler hem sevilir hem tabi olunur? Çünkü iyi karakteriyle ilgili tamamen “boş” bir senaryo yazılırken kötü ile ilgili hayatın her tarafına nüfuz edecek kadar dolu bir senaryo yazılır. Kötü karakter daha dolu ve daha doyurucu iken iyi karakteri her zaman cılızdır. Kötüyü iyiden daha iyi tanıdığımız ve tanıttığımız sürece nasıl iyi olabiliriz.
Bunların hepsi ümitten, geleceğe heyecanlandırmaktan, bir işi yapmaya azmettirmekten çok uzak şeylerdir. Bunları anlatırken “muhataplar ne kadar iyi olmayı istiyor ki?” sorusunu sormaya gerek yok çünkü burada mevzubahis olan şey muhatapların değil iyi olunmasını isteyenlerin tavrıdır.
 “İyi nasıl olunur?” sorusunu sormak sorumluluk gerektirir.  İşte bu nedenle sorumluluk almak değil iyilikleri sayıp geçip gitmek tercih edilir hep. Bu hem çarkın dönmesine, hem ceplerin dolmasına, hem de yükün üzerden atılmasına olanak sağlıyor. İyilikler ve iyiler de tarihin bir sayfasında yaşanmış ve yaşayan özlenesi hasret yaralarına dönüşüyor.

Böyle giderse bir nesil sonrasının en büyük hastalıklarından birisi şu olacak; insanlar iyilik adına bir şeyler yapmak isteyecekler ama yaptıkları şeyler kalıplaşmış komik davranışlar olacak. Çünkü iyilik yerini yapmacıklığa bırakacak. Kötülük yapmak isteyen ise her türlüsünü tüm içtenliğiyle yapacak. Zira bunu yaşayarak öğrenecek. İyi ve iyilerin içinin boşaltıldığı kötü ve kötülüklerin içinin sürekli doldurulup beslendiği bir düzenin bizim karşımıza çıkaracağı nesil başka nasıl olabilir ki? 

25 Nisan 2014 Cuma

“Kutlu Doğum”; Kar Topunun Çığa Dönüşmesi

Ebu Said El Hudri (ra)’den rivayet edilir ki, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle demiştir: “Şüphesiz ki sizler, kendinizden önce gelen milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına uyacaksınız. Hatta öyle ki onlar bir keler deliğine girseler siz de muhakkak onların arkasından gideceksiniz” uyacaksınız.  Biz: Ey Allah’ın Rasulü! Bunlar Yahudilerle Hristiyanlar mıdır? Diye sorduk. Allah Rasulü: “Başka kim olacak” dedi. (Müslim;4822)
Noel kutlamalarındaki şenlikler, paskalya yortusundaki şenlikler… Bir taraftan da Kutlu doğum haftasındaki şenlikler(!)… Birinin diğerine yaklaştırıldığı hatta benzediği bir durum aldı. Kur’an ve hadis faaliyetleri haricinde uygulamalar neredeyse aynı. Noelimiz yoktu oldu yakında bir de paskalya yortumuz olur. Olur mu olmaz mı şu örneklere bakalım sonra da karar verelim. Kutlu doğum Haftası kapsamında yapılan faaliyetler; Buz pateni, çocuk oyun alanları, kurulacak açık hava sinemasında “Fetih 1453” filmi gösteriminin yapılacağı etkinlik, hayfa boyunca ziyaretçilere ücretsiz yiyecek-içecek ikramı, 50 binin üzerinde kitap ve 5 bin adet fidan hediyesi. Umreye götürülecek 10 kişinin çekilişi,  İngiliz şarkıcı Sami Yusuf’un konseri. (Buraya kadar olanlar bir ilçe müftülüğünün bizzat desteklediği programlardır) Üzerinde Allah - Muhammed yazılı, şefaat ya Rasulallah yazılı, Kutlu doğum yazılı pastalar, yollara gülsuyu püskürterek gül kokusu ile peygamberi hatırlatma, peygamber için herkesin duygularını yazabileceği anı defteri. Uçurtma şenliği, kan bağışı, mevlit yemeği ikramı, şiir yarışması, Osmanlı’da sarayda yaşamış (naat) bestekarlarının bestelerinin icrası, tasavvuf müziği icrası… Yakında havai fişekleri ile kutlama olur herhalde ya da sakız adasındaki paskalya yortusunda olduğu gibi roketli kutlamalar…
İşte bu yapılanları görünce artık her türlü icada hazır olmak gerekiyor.
Bu yapılanlardan dolayı kıyamet günü Peygamber aleyhisselamla hesaplaşılmayacak mı zannediyoruz. O gün Peygamber aleyhisselama tabiiyetimizi-sorumluluğumuzu bunlarla mı ifade edeceğiz? Ya da şu an aramıza gelse peygamber aleyhisselam hangi kutlamamıza katılır? Sağ olsa ve katılsa doğum günü kutlamasından başka hiçbir vasıfla anılmayacak haller nasıl olurda aramızda olmadığında dinileşiveriyor.
Yeni bir gelenek icad ediliyor; yöneticiler eliyle, din hakkında söz sahibi kabul edilenlerin eliyle. Kuvvetli bir Kutlu Doğum rüzgarı oluşturuldu. Artık önünde durulmaz hale geldi. Böyle bir şey yok dendiğinde dinden bir şeyi reddetmiş gibi görülecek toplumsal bir travmaya gidiyoruz. Toplumsal hassasiyeti gözetmek lazım deyip kendimizi icad ettiğimiz duruma teslim etmeye doğru gidiyoruz.
Yanlışın devam ettirilmesi, üstelik hassasiyet umduğun insanların eliyle ve devlet meşruiyetini de kullanarak daha da derinleştirilerek devam ettirilmesi işin en acı tarafıdır. Ne umuluyor ne bekleniyor? Tepede başlayan bu açık tabanda rezilliğe dönüşüyor. İyi kabul edilenlerin sunduklarına dindenmiş gibi itibar edildiği bir dönem yaşıyoruz. Böyle bir dönemde iyi olduğuna inanılanların sorumluluğu daha da artıyor. Davranışları da ona göre ayarlamak gerekiyor.
Şeriatın başladığı yer de durduğu yer de bellidir. Ama keyfiyetin ne başlangıcı bellidir ne de sonu bellidir. İş keyfiyete teslim edilince kendi felaketimizi kendimiz hazırlıyoruz. İyiliklerimiz kadar zararlarımız da mizana çıkacak. Mazeretimiz yok. Yok etme imkanımızın olmasına rağmen, bunu yapanların çoğunun bunun yanlış olduğunu bilmelerine rağmen yanlışta ısrar ediliyorsa gelecek neslin Müslümanlarının bu yüzden çekeceği sıkıntılar bizim sırtımıza yüklenecek. Mizanda karşımıza gelecek.
Kimsenin sesini yükselterek itiraz edemeyeceği bir din icad ediliyor. Kendi ellerimizle bir put daha icad ediyoruz. Programlara teşrifler, harcamalar, masraflar, herkesin o güne dair iyi şeyler söylemek zorunda kalması. Yıkılıyor zannettiğimiz anlamsız kutlama ve bayramlar yerini din kılıfı giydirilmiş arzularımıza, ticari kazançlarımıza bırakıyor.
 Kutlanan kişiden fazla kutlamaya gelen zevat önem arz ediyor; hiç kendimizi kandırmayalım. Zira “Kutlama”  katılımcının önemi kadar önem arz ediyor. Peygamberin doğumunun değeri bile katılımcının siyasal, toplumsal seviyesine göre değişiyor.
Kutlanana apaçık saygısızlık var. 
Bir bidatten hayır umulur mu? Bir bidat canlılık verebilir mi? Bir bidat dayanak olabilir mi? Bir bidat hakkında iyi düşünülebilir mi? Bir bidat ne kadar masum olabilir?
İçine din üfürülmüş program komedilerinden peygamber sevgisi çıkar mı?
“İnsanlığın ihtiyacı” denecek bilgiler bile olsa bu güne cevaz vermemek için çıkılıp anlatılamaz. Bu günü kutlamak için bir araya gelmiş kalabalıklara din anlatarak fırsatı değerlendirme anlayışı da boş bir çabadır. Kutlamalara  “ne de vefalı ümmetiz” havasında gelen insanlara hangi noksanımızdan bahsedebiliriz. Dini anlatıp bunun dışında icat edilen hiçbir şey dinden değildir mi diyeceğiz? O zaman sormazlar mı bize oturduğun kürsüyü temsil ettiğin kişiyi (Rasulullah sallallah aleyhi vesellem) O’nun ve ashabının ve güvenilir hiçbir müminin yapmadığı bir şeyi yaparak mı dinde olmayan şeyden menedeceğiz diye?  İbn-ul Cevzi’ye bir köle gelmiş, ben efendimle anlaştım, anlaştığımız parayı da verdim ama beni hala azad etmedi. Cuma hutbenizde bu konudan bahsetseniz olur mu belki dediğinizden etkilenir de beni bırakır, der. İbn-ul Cevzi üç Cuma sonra çıkmış bu konudan bahsetmiş. Adam vaazdan etkilenmiş ve azad etmeyi geciktirdiği kölesini azad etmiş. Azad olan köle İbn-ul Cevzi’ye gelmiş demiş ki; üç haftadır Cuma günü sizi takip ettim bir şey söylemediniz üç hafta sonra söylediniz, neden beklediniz bu kadar. İbn-ul Cevzi şöyle demiş; “sen bana geldiğinde benim bir kölem yoktu. Bir köle aldım ve onu azad ettim sonra da bunu insanlara tavsiye ettim.” Yani yapmadığımız şeyi insanlardan istememiz dine ya da insana ne kadar fayda verir?
Bu günde hadis kitapları devirmek, hatimler indirmek neye yarar ki? Kur’an da, hadis de bir bidatin canlandırılmasında meşrulaştırıcı olarak kullanılıyor. Bid ‘atler “elçinin izinden toprak karıştırılmış” fitnelerdir. Ne kadar iyi niyet taşırsa taşısın dine faydası dokunmaz. Şeriat ortaya koyan şey iyi niyet değildir. Şeriat ortaya koyan Allah’dır, Rasulü’dür. Ne kadar iyi niyet taşırsa taşısın bir bidatten şeriat çıkmayacağı gibi bir bidatten hayır da gelmeyecek. Allah dinini bir bidate muhtaç kılmadı elhamdülillah.
Bidatlere olan saygı ve tazim kadar sünnetten bir tanesini anlatmak için bu kadar çaba harcanmıyorsa iyi niyetin bize ne faydası var. “Kur’an okumayan bir mümin olur mu?”, “Namaz kılmadan nasıl mümin olunur?” diyemediğimiz makamlardan, mevkilerden Peygamber sevgisi dağıtma şirinliğini bırakmak lazım.
İyi niyetlerle çıkılan kürsülerden daha işin başındayken inmek lazım.
Bu güne hasredilmiş tüm Kur’an okumalarını, tüm hatimleri, tüm hadis okumalarını, terk etmek lazım.
Bu günü, söylemek istediğimiz şeyleri söyleme fırsatı olarak gördüğümüz fırsat anlayışından çıkmak lazım.
Bu güne dair tüm beklentileri üzerimizden sıyırıp atmak lazım.
Bu güne dair bizden beklenen her talebi geri çevirmek lazım.
Bu güne dair bizim amel defterimizde kayıtlı hiçbir amelin ve sözün olmaması lazım.
Bizim bu günden bu günün de bizden uzak durması lazım.
Aksi halde avucumuzdaki kartopu çığa dönüşecek.

Aksi halde mevlidleri icad edenlerin yanlışlığına kızarken mevlidlere rahmet okutturacak yeni geleneğin müsebbibi olarak yazılacağız mizana. 

NOT: Google’dan “Kutlu Doğum Haftası” Vikipedi sayfasını mutlaka okumak gerekiyor. Kar yumağının çığa dönüşmesini görmek için.




1 Nisan 2014 Salı

Hakikat; Kullarıyla Kavga Eden Değil Merhamet Eden Allah

Evladına karşı onu her an gözleyen, ona yol gösteren, yapacağı şeylerin sonunda ödeyeceği bedelleri en güzel şekilde açıklayan bir baba var bir de evladına karşı umursamaz ve onu salıveren, doğruyu ve yanlışı göstermeyen bir baba var.
Evladına iyiyi ve kötüyü anlatan baba onu önemseyen babadır. O’nu öylece bırakıvermez. Evladına iyi ve kötüyü anlatmayan baba ise onu umursamayan babadır. O’nu öylece bırakıvermiştir.  
Batı’ya yön veren Yunan düşüncesinde (ki Aristo’nun düşüncesidir) “Tanrı insanları yaratmış ve öylece bırakıvermiştir”. Yani İnsanlar hayatlarını kendileri bulmuşlardır. Bu Allah’ı insanoğlunun hayatına müdahale etmekten uzak tutan anlayışın ilk adımıdır. Aynı zamanda Kur’an’ın savaş açtığı bir anlayıştır. Ama bize bilge adamın bilgileri diye okutturulur sürekli. Biz inanıyoruz ki gerçek bu değil. Gerçek olan Kur’an da anlatılanlardır. Batı Kur’an’ı görmezden geldiği için Allah ile kul ilişkisini bozmuş olan Yunan imanını kendine örnek kabul etmiştir. Çünkü yapmak istediklerinin en sistemli ilk biçimi Yunan’daydı. Hiç beklemeden hemen sarıldılar. Kendilerinin köksüz bir medeniyet olmadığını da söylemeye çalıştılar böylece. Batı tıpkı Yunan’da olduğu gibi Allah’ı hayattan diskalifiye etti. Kul yeryüzünde tek kaldı. Ve kendilerinin icadı bir insanlık türettiler. Maksat; Allah’ın (Kur’an’da) anlattığı insanlık biçimini gözlerden uzaklaştırmaktı. Maksat; Allah’ın anlattığı kul ile Rab arasındaki ilişkiyi gözlerden uzaklaştırmaktı. Böylece kendi kafalarındaki dünyayı kurmaya amade insanlık tarihini yazdılar. İnsan ile Tanrısı arasındaki ilişkiyi yeniden belirlediler. Tanrısına karşı sorumlu olmayan hatta Tanrısı tarafından tehdit altında yaşayan bir insanlık tarihi peydah ettiler ki Tanrı’nın insanlar arasındaki geçerliliğini, hükmünü yok edebilsinler. (Hristiyanlığın) Yalan yanlış iman edilen tanrısının bile varlığını istemediler. Ve her tarafından felaket fırlayan insanlık tarihini peydahladılar. Oluşturulan tarihteki insan tipi, Tanrı’sından uzak kendi kendine büyüyen, aletler icat ettikçe gelişen bir insandı. Sanki insanlık dünyaya terk edilmiş ama kendi yolunu çizmesini bilmiş bir varlık gibi anlatıldı. Süreç belli olmuştu. Tanrısı tarafından yalnızlığa ve karanlığa terk edilen insanlık ulaştığı mükemmel konumda Tanrısını söz sahibi yapmayacaktı. Bu amaca ulaşmak için her şey yapılacaktı.          
Önce bir Tanrı anlattılar. Prometheus efsanesinde olduğu gibi… Kullarından intikam alan, onları felakete sürükleyen, tüm gücünü kullarıyla kavga etmeye adamış, onların başına gelen her kötülükten zevk alan bir tanrı ortaya çıkardılar.
Sonra da insanlık tarihini anlattılar. Hiçliğe bırakılan, asırlarca mağaradan mağaraya çıplak çıplak dolaşıp duran, hayvansı bir tabiattan başlayıp evrilerek insan mükemmelliğine erişen, korkudan ve kendisine zarar veren her şeyden kurtulmayı öğrenen ve nihayet tanrının gizlediği tüm bilgileri ele geçirip “tanrıya ihtiyacı kalmayan” tanrıya galip gelen bir insanlık tarihini uydurdular. Tanrıyla ilişkili olan her şeye düşman oldular. Dini hayattan uzaklaştırmanın düşünsel alt yapısını oluşturdular.
Halbuki Kur’an bize bambaşka bir insanlık anlatır. İlk insanı bile bir peygamberdir bu dünyanın. Nerede kaldı hayvansı, cahil, ağaç kökleri yiyen insan. Onun oğulları Allah’a adakta bulunan bir din ve dünya anlayışına sahipti. Ortada çıplak çıplak gezen mağara adamları değildi. Adem’den hemen sonra gelen İdris (as)’ın bir meslek sahibi olduğu anlatılır. Hem de terzi… Onların çıplak insanlık tarihlerine inat. Onların tanımlamasında insan “sosyal bir hayvan” iken Allah “biz insanı en güzel şekilde yarattık” (Tin.4) der. Daha ilk insandan itibaren Rabbinin nimetlerine şükreden bir kul vardır Kur’an’da. Onların anlatımında kullarından bilgiyi sakınan tanrı var iken Allah bize bunun tam zıddını anlatır. “Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: eğer biliyorsanız bunların isimlerini bana haber verin, buyurdu. Melekler: seni tenzih ederiz senin bize öğrettiklerinden başka bir şey bilmeyiz, dediler. Allah: Ey Adem onları isimleriyle birlikte haber ver dedi de O’da eşyanın isimlerini söyledi. (Bakara;31-33) Yani melekten bile üstün kılınan bir insan. Rabbi tarafından bilgiyle donatılan bir insan. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Batı’nın (küfrün), dünyayı Tanrı ile insanın mücadelesinin zeminiymiş gibi kurgulamaya çalışmasına rağmen Kur’an, bize hakikati şöyle dile getirir; "Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?"(Yasin.60)Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır." (Bakara;208)O, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara;169) Yani bir dünyada mücadele varsa o da insan ile şeytan arasında geçen mücadeledir; tanrı ile insan arasında geçen bir mücadele değil.
Kur’an’ın bize anlattığı insan ile ilgili ayetlerden sadece bazılarına bakarak kurgulamaya çalıştıkları yalanı net bir şekilde ortaya çıkarabiliriz.
Son sözleri Kur’an söylesin bize…
Zariyat 56. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
İnsan 2. Biz insana iki yol gösterdik o ya şükredici olur ya da nankör.
Yunus 57. Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet geldi.
Nahl 36. Andolsun biz, her ümmete, "Allah'a kulluk edin, tâğûttan kaçının" diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de sapıklık hak oldu…
Bakara 151. Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.
Bakara 147. Hak (ancak) Rabbindendir. Artık, sakın şüpheye düşenlerden olma!
Bakara 209. Size apaçık deliller geldikten sonra, eğer yine de yan çizerseniz, bilin ki Allah, gerçekten mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bakara 203… Allah'a karşı gelmekten sakının ve onun huzurunda toplanacağınızı bilin.