27 Kasım 2013 Çarşamba

BİR GÜN GELİR...

Teraziniz hakikati değil menfaati tartmaya başladığında başkalarının terazisinde beş para etmez hale gelirsiniz.
Bir taraftan tüm insanlardan faydalanmayı amaçlarken diğer taraftan sadece kendinize yaşarsanız bir gün yalnızlıktan kıvranırsınız. Çalacağınız kapı yine sizi var eden insafsızların kapısı olur.
Karar günleri kader günleridir. Bir gün karar günü geldiğinde karar gününe kadar sözüne ve varlığına itibar etmediklerinizin bir iltifatına dilenir hale gelirsiniz.
Bir gün size şefaatçi olma hakkı verilir de siz bu imkanı zalimlerden yana kullanırsanız (ki kullandınız) Allah sizi en zelillerin bile kapısında şefaat dilettirir hale getirir.
Kendiniz yazar kendiniz okursanız başkaları sadece üzerine üfler geçiverir.
Kendinizden başkasının dinlemeyeceği ve sizden başkasının kabullenmeyeceği hikayeler anlatarak bir dünya kurarsanız bir gün gelir o hikayelerinizin hakikatlerle çarpıştığını görürsünüz de sizin yalvarışlarınıza, yardım taleplerinize karşılık vermediklerini görürsünüz.
Kendiniz çalar kendiniz oynarsanız, herkesten toplar kendiniz yerseniz bir gün yediklerinizin hesabının da sorulabileceğini görürsünüz.
Bir gün o saat gelir büyünüz bozulur siz de kül kedisine dönersiniz. Ama siz aslınıza dönüp itibarınızı tekrar kazanmaktansa kazandığınız şatafatı korumak için kurduğunuz sahte dünyaya sarılırsınız.
Binlerce beyni kullanıp da bir tane hakikate adanmış “ilimle uğraşan adam” çıkarmazsanız bir gün gelir o hakikat sizin boğazınıza ilmik olur.
İşlerinizi “Lütfetmedikçe” kapıların açılmayacağı bezirganlığa dönüştürürseniz bir gün gelir “bahçe sahipleri” gibi kül olmaktan kurtulamazsınız. Size de el ovuşturmaktan başka bir şey düşmez.
Kimselerin giremeyeceği sadece sizin gezinebileceğiniz ve sizi size tanıtacak başkasını da kendinizden ayırt edebileceğiniz alamet-i farikalarınızın olduğu çevrili alanlarda yaşamaya başlarsanız bir gün gelir o “gettonuzun”, dışınızdaki dünyada bir geçerliliği kalmadığını görürüsünüz. Görürsünüz ama oradan hayata açılma çabasını değil de o “gettonuzda” kalabilmenin mücadelesini verirsiniz.
Ve bir gün gelir siz alimleri, evliyaları, sahabeleri gettonuza “hizmetli” kılarsınız…
Siz kurduğunuz gettonuzun çalgılı-çengili (çengi; müzik eşliğinde şarkı söyleyen kadın) şenliklerinizde yaptıklarınızı meşrulaştırmak için rüya aleminden, hayal aleminden peygamberler getirtirsiniz ve o çalgı-çengiye eşlik ettirirsiniz. Siz ümmetin peygamberini kendi menfaatlerine “hizmetli” kılarsanız bir gün gelir O ’nun (sav) rabbi olan ALLAH azze ve celle bağınızı - bahçenizi talan eder, çardaklarınızı tepenize indiriverir.

“Fırsat verilerek” yaptığınız, kazandırdıklarından da gurur duyarak anlattığınız ve bu durumu da “Halit bin Velid’e verilen zaferler gibi bir şeydir, Allah’tandır” diyerek öyle yüceltirsiniz ki o yücelttiğiniz işleriniz bir gün gelir alabora olmaya başlar ve siz “bu sizin ellerinizin yaptıklarından dolayıdır” hakikatini görmezden gelirsiniz de bunu düşmanlıklara, kıskançlıklara bağlarsınız.
Yapılan işlerin en kötüsünün hakikat terazisinde kıymeti olmayan işler olduğunu görmezseniz bir gün gelir medet umduğunuz işlerinizin “adam hesabına” bile alınmadan hükmün verildiğini görürsünüz.
Görürsünüz; Allah’ın mülkünde kendi kafasına göre gitmenin de bir sonu olduğunu görürsünüz.
Görürsünüz; İnsanların hesaplarının şaştığını ama Allah’ın hesabının şaşmadığını görürsünüz.
Görürsünüz; Allah’ın günlerinin değişip durduğunu görürsünüz.

Umarım ki Allah beni doğruya daha yakın olana ulaştırır.

24 Ekim 2013 Perşembe

Şeytan ve Allah Hakkındaki Zannımızın Değişmesi

Kullar, şeytanın,  Allah ile ilgili zanlarını değiştirebilme gücünün önüne geçemediği sürece günah ve isyandan kurtulamazlar. Kullar, şeytanın,  Allah ile ilgili zanlarını değiştirme çabalarını boşa çıkardığı sürece de rahmetten kovulmazlar.
Adem ve Havva (as)’ı günaha sürükleyen, cennetten kovduran şey her ikisinin de şeytanın oyununa gelip Allah ile ilgili zanlarının değişmesi oldu. “Şeytan, Rabbiniz size bu ağacı ya melek olmayasınız ya da ebedi olarak cennette kalmayasınız diye yasakladı” dedi. Onların Allah ile ilgili kalplerindeki ve zihinlerindeki zanlarına o an için galip geldi de bu suretle günaha düşüverdiler. Allah (cc) ikisine şöyle dedi: “Ben size demedim mi şeytan sizin apaçık düşmanınızdır diye”. Araf: 20…22
Kulların bir anlık tereddütü onlara ağır bedeller ödetiyor.
Cennette de olsan şeytan olduğu sürece rahat yok.
Adem ile Havva sadece bir günah yüzünden cennetten çıkarıldılar. Cennet; her nereye baksanız Allah’la ilgili kötü bir zannın oluşmasına hiçbir şekilde imkan vermeyecek bir ortam. Yani her ne yana baksa Allah ile ilgili hakikatin olduğu bir yer. Allah bu kadar hakikatin içinde kendisi ile ilgili zannın değişmesine kızıverdi de cezalarını veriverdi. “Yalnızca şu ağaca dokunmayın dilediğiniz kadar dilediğiniz yerden yiyin-için” diyen ve vaadinden dönmeyen bir Allah (cc)’ın garantisinde idiler. Bunlara rağmen (o ağaç ile ilgili) Allah hakkındaki zanları şeytanın hilesiyle değişiverdi. Bu Allah’ın şu auyarısında olduğu gibi bir zannın değişimidir: “Sakın şeytan sizi Allah’ın affına güvendirerek kandırmasın” (Fâtır:5) Rasulullah (sav)’e gelen ayete bakınca Allah (cc)’ın bu konuda Rasulullah (sav)’e olan tavrının Adem (as)’a olan tavrından başka olmadığını görürüz. Ayet şöyle: “…Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların heva ve heveslerine uyarsan, Allah tarafından senin için ne bir dost ne de bir koruyucu vardır.” RAD:37. Uyarı aynı “Allah’ın kanununda bir değişme de olmayacağına göre” eğer Peygamber (as)aynı hatayı yapsaydı O (as) da aynı cezaya muhatap olacaktı. İlk peygamber de son peygamber de aynı uyarıyı aldı. Bu tüm peygamberlerin uyarısıydı aynı zamanda.
Allah’ın lütfundan sonra kulların, Allah ile ilgili zanlarının kötüye değişmesinde Allah’ın affı yok; Peygamberleri bile olsa… Kullar bu vakitten sonra nasıl rahat olabilir. “Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.” Araf:27
Şeytan kulun Allah ile ilgili zannını değiştirebilir. Şeytan kulun Allah’ın Peygamberi ve O’nun buyurduklarıyla ilgili zannını değiştirebilir. Şeytan kulun haram-helal sınırı ile ilgili zannını değiştirebilir. Şeytan kulun para kazanma ve harcama ile ilgili zannını değiştirebilir. Şeytan kulun şeriatın (dinin) muamelatla ilgili emir ve nehiyleri hakkında zanlarını değiştirebilir. Şeytan kullun izzet ve şeref ile ilgili zanlarını değiştirebilir. Yani şeytan Allah’ın bize eksiksiz bir şekilde açıkladığı hayatımızın her aşamasıyla ilgili zannımızı değiştirebilir. En fecisi de Allah ile ve ayetleriyle ve de Rasulü ile ve hadisleriyle ilgili zannın değişmesidir.
Şeytanın kulların zanlarını değiştirme gücü olduğu sürece kullara rahat yok. Ama kullarını uyaran ve sahip çıkan Allah var. Kulların kalpleri sulh içinde olduğu sürece O’nun garantisi var.

“Allah bizi kendisini hakkıyla takdir etmeyi öğrettiği kullarından etsin.” Amin.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Burası Kûfe...

İnsan karakterinde vardır; öne çıkarır, peşinden koşar sonra bırakır. Hem de kendisine en fazla ihtiyacın olduğun zamanda… Tapınırcasına yüceltilip de birkaç kışkırtıcı fitne olayından sonra “ama sen de biraz hesapsız gidiyorsun” diyerek yalnız bırakılan anlar bunu. Her lider gibi yalnızlığı çok iyi hisseder. Açılır açılmaz içeriye girecek rüzgar gibi kapıda bekleyip duran ihanetin ayak seslerini işitir. Ön insan vasfını aşamamış kalabalıklara güvenmenin en büyük hata olduğunu görür. En nazik dönemde kendisinin karşı tarafa teslim edilivereceği gerçeğini bir de o tecrübe eder. Ellerine bira şişelerini almış “özel hayatımıza dokunma” mesajı vermeye çalışan sahtekarların görüntülerini izledikten sonra işin gerçekten özel hayat savunması olduğunu zannedenler “eee bu kadar rahat kararlar alınmamalıydı” demeye kalkıştılar. “Hassas noktalara dokunmayacaksın” demeye başladılar. Peki aynı adamlar üç beş çapulcunun “Tayyip 3. Köprüye Emine ismini ver tüm Türkiye üstünden geçsin” pankartına ne dediler acaba. Nasıl hassasiyettir bu. Bu derin hesaplaşmaların tezahürüdür basit bir halk talebi değildir. Bira şişelerini onların ellerine verip saldırtan tezgâhcılara karşı el ovuşturtacak sözler söyleyenlerin bir kısmı ülkeyi idare eden adamın otoritesinden nemalananlar bir kısmı da mütedeyyin kesim. Ülke liderinin bir adım daha atmasına bu kesimler engel olacak bunu bilin. Çünkü ürktüler. Eski korkuları depreşti. “Özgürlükle ilgili alanlara bu kadar dokunmayacaktı” diyorlar. Masum bir talep varmış da engellenmiş gibi yorumlar yapıyorlar. Dün en iyi şeyler yaptığı hususunda hiç tereddütsüzce desteklenen adam bu gün “külhanbeyi gibi kafasına göre hareket etmekle” eleştiriliyor. Hakikaten yemi yediler. Korkuları yemi yedirdi. Oyuna geldiler. Sorgulamaya başladılar zihinlerde. Şüpheye düşmeye başladılar. Oyuna gelenler Türkiye gerçeğini hiç anlamayanlar oldular. Oyuna gelenler “bundan sonra eskisi gibi olmaz o dönemler bitti” diyenler oldular. İktidar üzerine oyunlar her dönemde oldu bu gün de devam ediyor. Şu gerçeği belirtmek gerekiyor. İnsanın ve hırsın olduğu yer neresi olursa olsun, hırsın avucuna aldığı insan kim olursa olsun ister dindar olsun ister dinsiz fark etmez muameleler aynı olur. Mantık aynı işler. Aynı dün işlediği gibi… Mesele kişiler meselesi değil harekete geçiren mantıktır. Bu bakımdan birazdan yapacağım benzetme başka bir şey ifade etmeden sadece şunu ifade etsin; “insan her yerde ve zamanda aynıdır.” Dün Kur’an sahifelerini kaldırıp “Allah’ın hükmünü istiyoruz “diyen zihniyetle bu gün bira şişelerini kaldırıp “özgürlüğümüze dokunma” diyen zihniyet arasında hiçbir fark yok. İnanç demiyorum zihniyet farkı yok diyorum. Her ikisi de devlete yerleşmiş zihniyetin devleti bırakmama çabasıdır. Her ikisi de kırılma noktasıdır. Sen ne kadar adil olursan ol ne kadar faydalı işler yaparsan yap birilerinin tezgahı seni gelip bulur. Söylemlerinde sahtekardırlar, istedikleri de adalet değildir. İstediklerini versen de belanın büyüğüyle karşına çıkarlar. Bu toprakların halkı hep çağırır. Beladan kurtulmak için, ezenin zulmünden kurtulmak için hep çağırır ama her çağırması yeni bir kurban demektir. Ve buranın halkı hiçbir kurbanını sahiplenmedi. Ertesi gün unuttu. İnsanladır işin, adımlarını da ona göre atacaksın. Kim olursan ol dikkatli ol. Burası Kûfe burada sana hayran, uğruna ölmeye can atan kimseler yok. “Varız!” diyenler olursa onlara da sakın inanma zerre miktarı faydalarını göremezsin. Burası Kûfe, burada her çağırana kendini teslim etmeyeceksin. Burası Kûfe burada iktidar istiyorsan ihaneti de göze alacaksın. En iyi yetişen şey ihanettir çünkü. Yalnız bırakmanın “karakter” halini aldığı bu topraklarda kalabalıkların coşkusuna aldanmayıp geçmişine iyi bakacaksın. Toplumda itibar kazanmış kurtarıcı liderlerin hepsinin haysiyetiyle oynanarak öldüğünü/öldürüldüğünü bileceksin. Liderlerinin haysiyetine ve canına dokunulmasından sonra ertesi gün işine gücüne gidip sadece yorum yapan bir topluma liderlik yaptığını bileceksin. Burası Kûfe… “Kefenimizi giyerek bu yola çıktık” deyip ölümü göze alırsın ama önemli olan ihaneti göze alacaksın. Çünkü burada yıkımlar düşman elinden değil kendi içinden geliyor. Zor zaman gelince iyiymişsin, hoşmuşsun hiç kimse hatır gönül gözetmiyor. Herkes büyülenmiş gibi bir değnek darbesiyle başka tarafa yöneliveriyor. Bira şişelerini kaldıranlar yıkamaz; arkandakilerin yalnız bırakması yıkar seni. Kısmen de bunu hissetmişsindir. Burası Kûfe… Günahınla sevabınla orada duran bir adamsın. Ne eleştirme ne de övme niyetim yok sadece gördüklerimden bir tanesini ama en ciddisini söylüyorum. En önemli noktada yalnız bırakılacaksın buna da hazırlıklı olacaksın. 

16 Nisan 2013 Salı

Şifayı Zehre Dönüştüren Şey; Düstursuzluk

“Adam yerine konulmayan birinden adamca muamele beklenmez. Değer verilmeyen birinden değer vermesi umulmaz”. Mü’min adam bulunduğu yeri etkileyendir tamam. Varlığını hissettirendir tamam. Ortamı yönlendiren olmalıdır o da tamam. Ama zücaciye dükkanına girmiş fil gibi değil. Hele hele “ben burada tek yönlendirici olmalıyım” tavrıyla hiç değil. Kendini yüceltip hakikatin tek temsilcisi sıfatına bürünemez mü’min kul. Nizam yetkisini almış kumandan gibi tek konuşan ve yönlendiren olamaz. Karşısındakileri şekle sokmaya çalışamaz. Onun vazifesi bu değil. Ne kendini zihnindeki şekli ortaya çıkarmaya çalışan taş ustası gibi görme hakkı vardır ne de karşısındakileri şekil yansıtılacak taş parçası gibi görme hakkı vardır. Böyle davranmak benlik ortaya koymaktır. Daha dün iman ettiği bir gerçeğin usul ve yordamını bilmeden keski ve çekici eline alıp şekil vermeye girişemez. Belki şekil verilmesi gereken şey, taştan ziyade taşa şekil değişikliğini zorunlu gören zihindir, iman etme biçimidir. İdealist olmalıdır mü’min, bu da tamam ama ayak bastığı her yeri uyum sağlamadan uydurmaya kalkışmamalı. “Bu insanlar değişmeli” diyerek ettiği iman, değişmeyi tamamlayıp değiştirmeye vazifeli elçi haline geldiğini söylemektir. İşte bu “değişmeliler” inancı insanı bir şeylere zorlamaya götürür. Nihayetinde kaybediş. Çünkü o ortamdan olmadan, ortamla dokuları uyuşturmadan bir şey yapamaz kimse. Mü’min kul varlığıyla en uygun ve en güvenilir adam olmayı gerçekleştirmeden asla bir hakikate inandıramaz. “Önce değişiklik “ tavrıyla girilen her ortam filin yaptığı hasardan başka bir etki bırakmayacaktır. O vakitten sonra ne hayır kalır ne bereket, ne de insanların itibarı. Kime neyi anlatacaksın ondan sonra. Mü’min adam sekinet ve hilm ile yapar işini. Mü’min adam kendinde değil iman ettiği şeyde görür gücünü. Ortamına uygun bir adam olmayı başardıktan sonra, güveni sağladıktan sonra insanlar onun imanına itibar eder. Sonra iman ettiği şeyi yaşadıkça imanının gücü ortamı değiştirmeye başlar. Mü’min kul imanının etkisi kadar değişebilir ve değişim öngörebilir; zihnindeki hayaller kadar değil. Kimse onun zihnindeki hayallere değil yappıp-ettiği şeylere itibar eder. Eğer girdiği ortama geldiğini belli etmek adına bir söylem ve tavırla girecek olursa kimse bundan kendine bir pay çıkarmaz o da o kapıdan bir daha giremez. Ondan sonra” bunlardan bir şey olmaz” hükmüne sığınmamalı. Mü’min adamın imanı eğer girdiği her ortamı “ele geçirme” isteği veriyorsa o halde durup düşünmeli; bu istek kişisel arzu ve hevesin bir sonucu mu yoksa iman ettiği şeyin emri mi? Seni daha dün tanımış adamların içine girip hakim olmaya çalışırsan ve “ben geldim artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” anlayışıyla hareket edersen ne seni adam yerine koyarlar ne de iman ettiğin şeyi. Düstursuzluk, alemlere şifa olarak gelmiş dini zehir gibi sunar. Mü’min kulun yol bilmezliği kendisini kapının dışına iter. “Ne oluyor bu insanlara da yüz çeviriyorlar” diye sorar. Ne olduğu belli “fillik” yaptın. Hakikatin tek temsilcisi gibi görürsen kendini sonra da Allah’ın bile zamana bıraktığı değişimlere zorlarsan insanları olacak şey budur. Mü’min kul kendini merkeze alıp hareket ederse yıkar döker her şeyi. Çünkü her ne kadar inanırsa inansın hakikatini vahiyden almayan yanlışlar yapacaktır. İşte bu yanlışları hesap etmeden merkeze oturmaya kalkışırsa kaybeder. Kulun nasıl iman ettiği nasıl davranacağını belirler. O halde dönüp yeniden iman etmeli ve Peygamber (sav)’i yeniden tanımalı. Hira’dan Mekke’ye inen Peygamber (as) hakikatin tek temsilcisi iken, kendisinden başkasında olmayan ve asla olmayacak da olan ilim ve ayrıcalıklarla desteklenmesine rağmen ne yıktı ne döktü. O’nun (sav) Medine’den Mekke’ye ihtişamlı girişi de düsturla oldu. Kırmadı, dökmedi, ezmedi. Ebu Süfyan’ın şahsında itibarı ve iltifatı ön plana çıkardı. Mü’min kulun şunu iyi bilmesi gerekir; İtibar etmeden, iltifat etmeden yapılan hiçbir girişte bereket olmayacaktır. “Nerede yumuşak bir muamele var ise orada hayır vardır. Nerede kaba bir muamele var ise orada hayır yoktur.” Bu Peygamber (as)’ın düsturu idi. “Arkamda Allah var ben haklıyım” deyip girip eleştirip, kırıp, döküp, nizamatını da verip kenarı çekilip laf dinleyecekler mi yoksa karşı mı gelecekler diye seyreylemedi. Allah O (sav)’nu insanların tanıyacağı kadar bekletti ve her kes O (sav)’nu oğullarını tanıdığı gibi tanıdılar. Kırk yaşına kadar bekletilmenin sebeplerinden biridir bu. Gençken oturmaz insanın şahsiyeti; olgun yaşa geldiğinde oturur. Allah bir insanın gelişim evresindeki tüm insani hallerdeki en güzel tavrın nasıl olması gerektiğini herkese göstermek ve tanıtmak için peygamberini bekletti. O’nun (sav) her yönüyle en mükemmel tercih olduğunu gösterdi. Karşıdakilerden ziyade mü’min adamın iyice biliniyor olmasıdır esas olan. Ortamının hakimi oldu ama kırmadan, dökmeden, ezmeden… Gücü kendinde değil imanında biliyordu o. Kendisini değil imanını hakim kıldı ortama. Mü’min kul ne demek istediğini söylemeden ne yapmak istediğine yönelince tüm usul-düstur bozulur. Bu durumda kabahat düstursuzluktadır. Müminin derdi anlatabilmek ve izah edebilmek olmalıdır. Yapmak-etmek sonraki aşamadır. Nasıl iman etmişse imanı öyle tezahür eder. İman ettiği günün ertesinde insanlara şekil vermeye kalkışan mü’min, neye iman edilmesi gerektiğini bilmeden nelere isyan edeceğini öğrenmiş demektir. O halde o imanın yenilenme ihtiyacı vardır. Zira o iman, yıkıcı, kırıcı, ezicidir. Sonrasında ayetler, hadisler ezberlese de cilt cilt kitapları devirse de değişmez. O nasıl iman etmişse öyle yanaşır her şeye. Mü’min kul bir yerde işlediği hayırdan kendine otorite çıkaramaz. Bir yaraya merhem olmuşsa o bedenin kendisine köle olmasını bekleyemez. Bu Yahudi mantığıdır. İyilik yap ele geçir. İyilik yap her şeyi sen yönlendir. İyilik yap herkesi sustur tek konuşan sen ol. “Hayır” bir kafese dönüşmemeli. Aksi halde bu işten bir bereket umulmaz. Ondan beklenen hayırlarını artırmasıdır. Camiye giden mümin kul! Sen camidekilere nizamat verip yanlışlarıyla uğraşamazsın. Onları basit görüp “ben”liğini öne geçirmeye çalışamazsın. Sen daha cemaatten bile sayılmadan cemaate bir şey anlatamazsın. Okulda arkadaşlarınla selamlaşmadan, hal hatır sormadan onlara bir şey anlatamazsın. Çalıştığın iş yerinde dünyalarına göz atma lutfunda bulunmadığın kimselere bir şeyi anlatamazsın. Dükkanında komşularınla geçim ehli olmadan bir şey anlatamazsın. Ailenle-akrabalarınla sorunların varsa hiçbir şey anlatamazsın. Selam vermediğin komşularına hiçbir şey anlatamazsın. Anlatmamalısın da. Böyle olduğun sürece sen yıkmaya, kırmaya, ezmeye meyilli fil gibi düstursuz ve kabasın demektir. Sen kendini merkeze oturtmuş doğrunun temsilcisi gibi görüyorsun demektir. Üstelik bu halinle de her yere şekil verme gayreti içerisindesin. Sen kimsin. Seni tanımayan insanlar için gökten düşmüş meteor taşı gibi hasar potansiyelin var. Düstursuzsun. İman etme biçimin anlatmak ve anlaşılmasını sağlamak değil, “adam olun, bre gafiller!” emrediciliğindedir. Kim ve nasıl dinleyecek seni? Mü’min kul daha dün girdiği bir ortamdan kendi evinde yapmadığı şeyleri bekleme hakkı yoktur. Durumlarını değiştirme yetkisini kim verdi ona? Mü’min adam düsturlu adamdır; anlar, yaşar, anlatır ve izah eder. Kimseyi kafasındaki konuma yerleştirmeye kalkışmaz. Çekici ve keskiyi eline alıp taş ustalığına girişemez. Aksi halde “ret” ile karşılaşır. Sonra da insanların duyarsızlığından sızlanır. Düstur ve zaman… Allah Rasulü (sav)’den öğrendiğimiz budur. Mü’min kul tohumu eker hasadı Rabbine bırakır. Şayet hasadı kendine göre belirlemeye kalkışırsa iyi niyetten uzak demektir. “Ben”liğini ortaya çıkaracak ve hatalar işleyecek demektir. Mü’min kul kendine bakmalı hangi konumda olduğunu iyi görmeli. Fil gibi kırıp dökmemeli. Girdiği ortama “kaba” düşmemeli. Her hareketi bir çam devirmemeli. Ortama uyumlu olmalı ki ortamdan uyum beklesin. Peygamber (as)’ın Mekke için “kaba” düştüğünü söyleyen bir Allah’ın kulu olamaz. O Mekke’nin en uyumlu insanı değil miydi? “Muhammed-ül Emin” sıfatını toplumu vermişti O’na. Düstursuzluğunu gören oldu mu hiç? İleri gelenler O‘nu öldürmek için kapısına adam diktikleri gece evinde Mekkelilerin emanetleri vardı. Bundan daha güzel bir doku uyumu olabilir mi? Peygamber (as) ne Mekke’de (toplumun tüm yanlışlarına rağmen) ne de Medine’de (tüm zaferlere rağmen) düsturunu bozmadı. Kırmadı, dökmedi, ezmedi. Hayatının en küçük kesitinde bile bulunduğu ortama “kaba” düşmedi. İşte mümin kula düşen budur. “Ortam benim olsun” diye girersen hiçbir ortamda barınamazsın, kabul görmezsin. Bir daha da o kapılardan içeriye giremezsin. Allah böyle bir anlayışa dinini teslim etmez. İşte bunun için de bu anlayıştan bir bereket çıkmaz.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Azametli Adamları Palyaçoya Çevirmek

Ölüm yıl dönümü ve anma günleri… Öyle abartıldı ki artık tarih eşelenerek hiç kimsenin anmayı akıl edemediği birini bulup onun adına günler düzenleme işgüzarlığına dönüştü. Kabirlerinden getirilip ortalığa saçılıyorlar. Kim ya da kimler daha mahirse bu işte o/onlar daha fazla övünüyor. Kabirdekilerle övünmenin bundan daha açık bir görünümü var mı? Üstelik kutsallaştırılarak yapılmaktadır her şey. Hayatta olmayan bir adama “söylettirilmeye” çalışılan şeyler adamın bir ömrünü vererek mücadele ettiği şeyler olabiliyor. Kabirlerinden kalksalar kendilerinin bile kabul etmeyecekleri iltifatlarla, rol biçmelerle basit bir figür haline getiriliveriyorlar.Düpedüz iftira ediliyorlar. Azametiyle bir ömür yaşamış dev gibi adamlar sahnede palyaçoya çevriliyor. Dönderip dönderip oynuyorlar adamlarla. O koca adamlara bir palyaçoya verilen değer kadar değer veriliyor. Bir palyaçodan beklenen bekleniyor. Palyaço sahnede kostümünü çıkarıp esas kimliğine bürünecek olsa engellenir çünkü oynanan bir oyun vardır ve o oyun gereği aslî hüviyetinden uzaklaşmak zorundadır.Oyun bitene kadar da öyle kalmak zorundadır. Bir palyaço seyirci karşısına çıkıp ciddi şeyler söyleyemez. Çünkü o eğlenceliktir. Palyaço ders vermez, palyaço öğüt vermez, palyaço senin gerçeğinle ilgilenmez. Palyaço o "anlıktır" sonrasında yoktur. Koca koca adamlar şov meraklıları tarafından fikir sahibi bile olmadıkları kişiyi izlemeye gelen gürûh karşısında öncesi ve sonrasında hiçbir değeri ve kimliği olmayan bir palyaçoya dönüştürülüyorlar. Birileri de bununla iftihar ediyorlar. Bu onlara yapılan zulümdür. Ölmüş ve hesabı artık Allah’a kalmış bir adama yapılan bir zulümdür. Bir iftiradır. Bu anma gecelerini onlara layıkıyla değer verilemediğinin bundan sonra hak ettiği değerin verileceğinin beyanı gibi yapılır. Bazen öyle anlatılıyor ki şahsiyetler; sanki oradakilerin anlayışına ve lütfuna muhtaçmış gibi bir hava esiyor. Sanki oradakiler onu anmasa ona hak ettiği itibarı veren olmayacak. Onlar andılar ya diğeri de artık mezarında rahatça yatabilir. Bir adamı anlamak değil yapılanlar; onlardan eğlencelik çıkarmaktır. İşte bunun için zulümdür. Ya gerçeği gizliyorlar ya da bir yalana inandırmaya çalışıyorlar. Ya bir zavallıya dönüştürüyorlar ya da bir yarı tanrıya. Kimi anıyorlarsa onu dünyadaki duruşundan uzaklara fırlatıyorlar. Adamı gaye ve emeliyle ters taraflara koyuyorlar. Onlara sanki kaybettikleri itibarı vermiş gibi de caka satıyorlar.