16 Nisan 2013 Salı

Şifayı Zehre Dönüştüren Şey; Düstursuzluk

“Adam yerine konulmayan birinden adamca muamele beklenmez. Değer verilmeyen birinden değer vermesi umulmaz”. Mü’min adam bulunduğu yeri etkileyendir tamam. Varlığını hissettirendir tamam. Ortamı yönlendiren olmalıdır o da tamam. Ama zücaciye dükkanına girmiş fil gibi değil. Hele hele “ben burada tek yönlendirici olmalıyım” tavrıyla hiç değil. Kendini yüceltip hakikatin tek temsilcisi sıfatına bürünemez mü’min kul. Nizam yetkisini almış kumandan gibi tek konuşan ve yönlendiren olamaz. Karşısındakileri şekle sokmaya çalışamaz. Onun vazifesi bu değil. Ne kendini zihnindeki şekli ortaya çıkarmaya çalışan taş ustası gibi görme hakkı vardır ne de karşısındakileri şekil yansıtılacak taş parçası gibi görme hakkı vardır. Böyle davranmak benlik ortaya koymaktır. Daha dün iman ettiği bir gerçeğin usul ve yordamını bilmeden keski ve çekici eline alıp şekil vermeye girişemez. Belki şekil verilmesi gereken şey, taştan ziyade taşa şekil değişikliğini zorunlu gören zihindir, iman etme biçimidir. İdealist olmalıdır mü’min, bu da tamam ama ayak bastığı her yeri uyum sağlamadan uydurmaya kalkışmamalı. “Bu insanlar değişmeli” diyerek ettiği iman, değişmeyi tamamlayıp değiştirmeye vazifeli elçi haline geldiğini söylemektir. İşte bu “değişmeliler” inancı insanı bir şeylere zorlamaya götürür. Nihayetinde kaybediş. Çünkü o ortamdan olmadan, ortamla dokuları uyuşturmadan bir şey yapamaz kimse. Mü’min kul varlığıyla en uygun ve en güvenilir adam olmayı gerçekleştirmeden asla bir hakikate inandıramaz. “Önce değişiklik “ tavrıyla girilen her ortam filin yaptığı hasardan başka bir etki bırakmayacaktır. O vakitten sonra ne hayır kalır ne bereket, ne de insanların itibarı. Kime neyi anlatacaksın ondan sonra. Mü’min adam sekinet ve hilm ile yapar işini. Mü’min adam kendinde değil iman ettiği şeyde görür gücünü. Ortamına uygun bir adam olmayı başardıktan sonra, güveni sağladıktan sonra insanlar onun imanına itibar eder. Sonra iman ettiği şeyi yaşadıkça imanının gücü ortamı değiştirmeye başlar. Mü’min kul imanının etkisi kadar değişebilir ve değişim öngörebilir; zihnindeki hayaller kadar değil. Kimse onun zihnindeki hayallere değil yappıp-ettiği şeylere itibar eder. Eğer girdiği ortama geldiğini belli etmek adına bir söylem ve tavırla girecek olursa kimse bundan kendine bir pay çıkarmaz o da o kapıdan bir daha giremez. Ondan sonra” bunlardan bir şey olmaz” hükmüne sığınmamalı. Mü’min adamın imanı eğer girdiği her ortamı “ele geçirme” isteği veriyorsa o halde durup düşünmeli; bu istek kişisel arzu ve hevesin bir sonucu mu yoksa iman ettiği şeyin emri mi? Seni daha dün tanımış adamların içine girip hakim olmaya çalışırsan ve “ben geldim artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” anlayışıyla hareket edersen ne seni adam yerine koyarlar ne de iman ettiğin şeyi. Düstursuzluk, alemlere şifa olarak gelmiş dini zehir gibi sunar. Mü’min kulun yol bilmezliği kendisini kapının dışına iter. “Ne oluyor bu insanlara da yüz çeviriyorlar” diye sorar. Ne olduğu belli “fillik” yaptın. Hakikatin tek temsilcisi gibi görürsen kendini sonra da Allah’ın bile zamana bıraktığı değişimlere zorlarsan insanları olacak şey budur. Mü’min kul kendini merkeze alıp hareket ederse yıkar döker her şeyi. Çünkü her ne kadar inanırsa inansın hakikatini vahiyden almayan yanlışlar yapacaktır. İşte bu yanlışları hesap etmeden merkeze oturmaya kalkışırsa kaybeder. Kulun nasıl iman ettiği nasıl davranacağını belirler. O halde dönüp yeniden iman etmeli ve Peygamber (sav)’i yeniden tanımalı. Hira’dan Mekke’ye inen Peygamber (as) hakikatin tek temsilcisi iken, kendisinden başkasında olmayan ve asla olmayacak da olan ilim ve ayrıcalıklarla desteklenmesine rağmen ne yıktı ne döktü. O’nun (sav) Medine’den Mekke’ye ihtişamlı girişi de düsturla oldu. Kırmadı, dökmedi, ezmedi. Ebu Süfyan’ın şahsında itibarı ve iltifatı ön plana çıkardı. Mü’min kulun şunu iyi bilmesi gerekir; İtibar etmeden, iltifat etmeden yapılan hiçbir girişte bereket olmayacaktır. “Nerede yumuşak bir muamele var ise orada hayır vardır. Nerede kaba bir muamele var ise orada hayır yoktur.” Bu Peygamber (as)’ın düsturu idi. “Arkamda Allah var ben haklıyım” deyip girip eleştirip, kırıp, döküp, nizamatını da verip kenarı çekilip laf dinleyecekler mi yoksa karşı mı gelecekler diye seyreylemedi. Allah O (sav)’nu insanların tanıyacağı kadar bekletti ve her kes O (sav)’nu oğullarını tanıdığı gibi tanıdılar. Kırk yaşına kadar bekletilmenin sebeplerinden biridir bu. Gençken oturmaz insanın şahsiyeti; olgun yaşa geldiğinde oturur. Allah bir insanın gelişim evresindeki tüm insani hallerdeki en güzel tavrın nasıl olması gerektiğini herkese göstermek ve tanıtmak için peygamberini bekletti. O’nun (sav) her yönüyle en mükemmel tercih olduğunu gösterdi. Karşıdakilerden ziyade mü’min adamın iyice biliniyor olmasıdır esas olan. Ortamının hakimi oldu ama kırmadan, dökmeden, ezmeden… Gücü kendinde değil imanında biliyordu o. Kendisini değil imanını hakim kıldı ortama. Mü’min kul ne demek istediğini söylemeden ne yapmak istediğine yönelince tüm usul-düstur bozulur. Bu durumda kabahat düstursuzluktadır. Müminin derdi anlatabilmek ve izah edebilmek olmalıdır. Yapmak-etmek sonraki aşamadır. Nasıl iman etmişse imanı öyle tezahür eder. İman ettiği günün ertesinde insanlara şekil vermeye kalkışan mü’min, neye iman edilmesi gerektiğini bilmeden nelere isyan edeceğini öğrenmiş demektir. O halde o imanın yenilenme ihtiyacı vardır. Zira o iman, yıkıcı, kırıcı, ezicidir. Sonrasında ayetler, hadisler ezberlese de cilt cilt kitapları devirse de değişmez. O nasıl iman etmişse öyle yanaşır her şeye. Mü’min kul bir yerde işlediği hayırdan kendine otorite çıkaramaz. Bir yaraya merhem olmuşsa o bedenin kendisine köle olmasını bekleyemez. Bu Yahudi mantığıdır. İyilik yap ele geçir. İyilik yap her şeyi sen yönlendir. İyilik yap herkesi sustur tek konuşan sen ol. “Hayır” bir kafese dönüşmemeli. Aksi halde bu işten bir bereket umulmaz. Ondan beklenen hayırlarını artırmasıdır. Camiye giden mümin kul! Sen camidekilere nizamat verip yanlışlarıyla uğraşamazsın. Onları basit görüp “ben”liğini öne geçirmeye çalışamazsın. Sen daha cemaatten bile sayılmadan cemaate bir şey anlatamazsın. Okulda arkadaşlarınla selamlaşmadan, hal hatır sormadan onlara bir şey anlatamazsın. Çalıştığın iş yerinde dünyalarına göz atma lutfunda bulunmadığın kimselere bir şeyi anlatamazsın. Dükkanında komşularınla geçim ehli olmadan bir şey anlatamazsın. Ailenle-akrabalarınla sorunların varsa hiçbir şey anlatamazsın. Selam vermediğin komşularına hiçbir şey anlatamazsın. Anlatmamalısın da. Böyle olduğun sürece sen yıkmaya, kırmaya, ezmeye meyilli fil gibi düstursuz ve kabasın demektir. Sen kendini merkeze oturtmuş doğrunun temsilcisi gibi görüyorsun demektir. Üstelik bu halinle de her yere şekil verme gayreti içerisindesin. Sen kimsin. Seni tanımayan insanlar için gökten düşmüş meteor taşı gibi hasar potansiyelin var. Düstursuzsun. İman etme biçimin anlatmak ve anlaşılmasını sağlamak değil, “adam olun, bre gafiller!” emrediciliğindedir. Kim ve nasıl dinleyecek seni? Mü’min kul daha dün girdiği bir ortamdan kendi evinde yapmadığı şeyleri bekleme hakkı yoktur. Durumlarını değiştirme yetkisini kim verdi ona? Mü’min adam düsturlu adamdır; anlar, yaşar, anlatır ve izah eder. Kimseyi kafasındaki konuma yerleştirmeye kalkışmaz. Çekici ve keskiyi eline alıp taş ustalığına girişemez. Aksi halde “ret” ile karşılaşır. Sonra da insanların duyarsızlığından sızlanır. Düstur ve zaman… Allah Rasulü (sav)’den öğrendiğimiz budur. Mü’min kul tohumu eker hasadı Rabbine bırakır. Şayet hasadı kendine göre belirlemeye kalkışırsa iyi niyetten uzak demektir. “Ben”liğini ortaya çıkaracak ve hatalar işleyecek demektir. Mü’min kul kendine bakmalı hangi konumda olduğunu iyi görmeli. Fil gibi kırıp dökmemeli. Girdiği ortama “kaba” düşmemeli. Her hareketi bir çam devirmemeli. Ortama uyumlu olmalı ki ortamdan uyum beklesin. Peygamber (as)’ın Mekke için “kaba” düştüğünü söyleyen bir Allah’ın kulu olamaz. O Mekke’nin en uyumlu insanı değil miydi? “Muhammed-ül Emin” sıfatını toplumu vermişti O’na. Düstursuzluğunu gören oldu mu hiç? İleri gelenler O‘nu öldürmek için kapısına adam diktikleri gece evinde Mekkelilerin emanetleri vardı. Bundan daha güzel bir doku uyumu olabilir mi? Peygamber (as) ne Mekke’de (toplumun tüm yanlışlarına rağmen) ne de Medine’de (tüm zaferlere rağmen) düsturunu bozmadı. Kırmadı, dökmedi, ezmedi. Hayatının en küçük kesitinde bile bulunduğu ortama “kaba” düşmedi. İşte mümin kula düşen budur. “Ortam benim olsun” diye girersen hiçbir ortamda barınamazsın, kabul görmezsin. Bir daha da o kapılardan içeriye giremezsin. Allah böyle bir anlayışa dinini teslim etmez. İşte bunun için de bu anlayıştan bir bereket çıkmaz.