23 Aralık 2016 Cuma

İşler Bir Gün Toplanır

Allah bir gün bütün işleri toplar.
Issızda kalan bir göz yaşını.
Sessiz yapılan bir yakarışı.
Zorluk içinde öğrenilen bir ilmi.
Yokluğa çare olan bir yardımı.
Çaresizlikten inleyen bir ahı.
İyi niyetli sitemleri.
Hayırdan başka bir şey kastetmeyen öfkeleri.
Tanışıklıkları.
Ayrılıkları ve kopuşları.
Dosta heyecanlanan düşmana kasılan bir kalbi.
Suskun bir dili.
Başı eğen tevazuyu.
Başkaldıran onuru.
Atılgan bir fevriliği.
Hikmetli bir sükuneti.
Razı oluşları ve olmayışları.
Kesilmeyen bir ümidi .
Gece yarısındaki bir yakarışı.
Kıyamları.
Rükuları.
Secdeleri.
Kunutları ve duaları.
Okuyuşu.
Tefekkürü.
Susuzluktan dudakları kurutan bir orucu.
Melekleri bile başına toplayan Kur’an okuyuşunu.
Akan masum bir damla kanı.
Utangaç bir iffeti.
Harama direnişi .
Mümine ve kafire olan duruşu.
Dünyaya ve dünyalığa konan mesafeyi.
Az ya da çok kim ne yapmışsa her hayırlı işi bir gün toplayacak Allah.
Kullardan önce amelleri toplayacak Allah.
Kimsenin “neci” olduğuna “intisabına” bakmadan amellere bakacak.
Kullara (şahıslara) bakmadan amellere bakacak.
Ümmet adına birikmiş bir yekûn olup olmadığına bakacak.
Kulların değil kulluğun ön plana çıktığını görünceye kadar bekleyecek.
Hüküm ardından gelecek.
Müminlerin eliyle müminlerin lehine oluncaya kadar beklettiği hükmünü verecek.
Ameller aynı yerde birleşince amel sahiplerini birleştirme zamanı Allah’a kalmıştır.
Ameller ve kulları birleştirdiğinde Allah, çaresiz bir yakarıştaki en küçük bir kelimenin ağırlığını hissettirecektir; hem müminlere hem kafirlere.
Yeri ve göğü toplamadan önce tüm bu olanları toplayacak ve dünyaya hükmünü verecek.
O hüküm geldiğinde “döküntü”lerden olmamak içindir nefeslerin gayesi.
Allah’a sunacağı hayırlı bir ameli olmayanlardan olmamaktır yönelişimizin kastı.
Vesselam.

29 Kasım 2016 Salı

Bizim Zannettiğimiz Değil Allah’ın Bildiği

Allah öyle zamanlar yaşatır ki zanlarımız darmadağın olur, gerçeklerimiz yalan olur, bilgilerimiz asılsız kalır. Ve görürüz ki işler bizim zannettiğimiz gibi değil Allah’ın bildiği gibidir.
Bir insanla bir aile ile bir toplum ile ilgili bazen büyük yanılgılar yaşarız. “Hiç ummazdım böyle olacağını” deriz. Bu cümle doğru zannettiğimiz şeyin/bilginin aslında yanlış olduğunu acı bir tecrübeyle öğrendiğimizin yansımasıdır.
“Asla olmaz!” dediğimiz şeyler hakikat olarak karşımıza çıkıverdiğinde öylece kalakalırız. Üzüntü, keder, şaşkınlık bizi esir alıverir.
Bir insanla ilgili yanıldığını yıllar sonra anlayabiliyor insan. Bir aile yıllardır devam eden muhabbetli ilişkilerine rağmen miras imtihanıyla sınandığında bireylerinin ne kadar da acımasızlaşabileceklerine şahit oluyor. Bir topluluk ya da toplum gelişen durumlara karşı verdiği reflekslerle “biz ne hale gelmişiz de haberimiz yokmuş” dedirtiyor. Şunu fark ediyoruz o an; Allah’ın katındaki bilgi başka bizim zannımız başka. Allah bizim “asla olmaz!” zannettiğimiz şeylerin bir gün gelip bizim tecrübemiz olacağını biliyordu ama biz bu tecrübeyi yaşayacağımızı aklımızın ucuna bile getirmiyorduk. Biz gördüğümüz, duyduğumuz tecrübelerimizle böyle bir tecrübeyi yaşayabileceğimizi tahmin etmiyorduk. Ama Allah bunu biliyordu. Ve Allah bizim ne olduğumuzu ya da nasıl durumda olduğumuzu ya da sözümüzde sadık olup olmadığımızı ortaya çıkarmak için bizim karşımıza bazı olayları/kişileri çıkarır o tecrübeleri yaşatır ki kendimizi bir görelim. Gerçek şu ki; İnsanoğlu bir takım tecrübeleri yaşamadan arınamıyor, kendi durumunu fark edemiyor.
Allah bizimle ilgili bir şey murad etmektedir. Nedir o murad; Atacağımız adımları isabetli atmak. Yani Allah bize diyor ki “Siz ileride yapacağınız işleri gönlünüzdeki bu zanna göre yapacak olursanız atacağınız adımlar sizi yanlışa götürecektir, haliniz işte bu! Adımlarınızı da buna göre atın.”
Örneğimiz Uhud’dur…
Mekke’deki direnç, Medineyi şehirleştirmek, yepyeni bir düzen kurmak, Bedir’de ise bunları taçlandırmak... Allah Bedir’le müminlere lütfetti. Tüm samimiyet ve tevekkül sebepleri de tamam olunca Allah melekleriyle de yardımını indirip BEDR’i müminlere zafer kıldı. UHUD ise daha farklıydı. Tüm bu saydıklarımıza bakınca sahabilerin gönlündeki zan Allah’ın UHUD’u da kendilerine zafer olarak vereceğiydi. Ama olmadı. Acı bir tecrübe yaşattı. Fakat Allah Uhud tecrübesiyle müminlerin kalitesini artırdı.
Müslümanlar o ana kadar aralarındaki zayıf halkalardan haberdar değillerdi. Peygamber aleyhisselamın öldüğü söylentisiyle savaştan kaçacak kadar korkuya kapılacak kişilerin olacağını tahmin etmiyorlardı. Ashabın içinden münafıkların söylemlerinden etkilenip Allah hakkında ve müminler hakkında kötü zanda bulunanların çıkacağını hiç beklemiyorlardı. Aralarında ganimet (dünyalık) arzusunu peygamberin sözünün önüne geçirecek kadar kendilerini kaybedecek arkadaşlarının olduğunu bilmiyorlardı.
Allah UHUD’da Müslümanlara kendileri ile ilgili göremedikleri, bilmedikleri, tahmin bile etmedikleri kendi hakikatlerini gösterdi. Gösterdi ki bu vakitten sonrasında bu zanlarıyla bu eksikleriyle hareket etmesinler. Nihayetinde Allah müminlere acı bir tecrübe yaşattı ama onları gelecekte atacakları adımları neye göre atmaları gerektirdiğini öğretti. İnsan ve mümin kalitesini artırdı. Hemen birkaç yıl sonra gelen HENDEK daha şiddetli geçmesine rağmen, “yürekler korkudan ağızlara gelmesine rağmen” Allah müminlerin ayaklarını sabit kıldı ve zaferi nasip etti. İşte Uhud arındırdı. İşte Uhud ileride daha şiddetli günler görecek müminleri dirençli ve bilinçli hale getirdi.
İşler bizim zannettiğimiz gibi değil; Allah’ın bildiği gibidir.

18 Kasım 2016 Cuma

"Yol"dan Kaldık Allah'tan Uzaklaştık

“Şeytanın Müslüman üzerindeki amacı gidilecek yerin olmadığına inandırmak değil gidilecek yolun yönünü değiştirmektir.”
Meşhur rivayet odur ki; İbrahim Ethem bir gece Kuş tüyünden yapılmış yatağında cenneti hayal ederken birden damdan ayak sesleri gelir. İbrahim Ethem bağırır; “kim var orada, ne arıyorsun damda?”.  “Devemi kaybettim onu arıyorum” der damdaki adam. “Manyak mısın be adam damda deve mi aranır, git deveni başka yerde ara!”  der İbrahim Ethem. Adam der ki: “Damda deve aranmayacağını biliyorsun da kuş tüyü yataklarda Cennet aranmayacağını bilmiyor musun?”
Bu hikayede yol/yöntem yanlışlığı gösteriliyor bize. Hedef Allah’ın rızası burası tamam. Ama gidilen yol ona ulaştırmıyor.
Damda deve aranmayacağını bilip de Kuş tüyü yataklarda Allah’ın aranmayacağını idrak edememektir bizim sorunumuz.
Gidilecek yeri bilip yoldan mahrum kalmak…
Yolumuzu eşkıya keseliden beri, yolumuz yolsuza çattığından beri bir türlü ulaşamıyoruz gideceğimiz yere. Vazifemizi biliyoruz; kulluk. Gidilecek yeri biliyoruz; Allah’ın rızası. Ama bunu nasıl yapacağımız ile ilgili sorunlar yaşıyoruz. Belki “bunun zor olan neresi var kulluk vazifeleri bellidir” diye düşünsek de bunun hayata olan yansıması hakikaten bir kayboluş, bulamama ve ulaşamama oluyor.
Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak vs. bunların hepsi Allah’ın rızasına götüren yollardır, doğru. Ama müslümanın bütün bunları fazlasıyla yaptığı günde, saatte, dakikada bir haramı farkında ya da fark etmeksizin yapıyor olmasıdır. Nargile salonlarında sigara ve nargile eşliğinde hadis derslerinden medet ummak mesela…. Camiden geri kalmayan esnafın kapitalizmin para oyunlarını “ticaret” gibi düşünüp haram-helal sınırlarını idrak edememesi…  Kur’an okumanın faziletini bilip evinde Kur’an’a dair ortamı oluşturamayacak malayaniliklere teslim olmuş ebeveyn… Haramdan bahsedip de makam sahibi olunca arzu ve heveslerine söz geçiremeyen idareciler… Allah için yola çıktık deyip de kendi cemaatini kurup kendi cemaatini güçlendirip İslam’ın ve müslümanın kaderini kendi cemaatine bağlama basiretsizliğine düşenler… Şartların gerektirdiklerini “dinin gerektirdiklerine” tercih eden anlayışlar…  İşte bütün bunlar bize “biçim” vermektedir. Müslümanlığımızın “nasıllığına” cevap vermektedir. Allah’ın bize nasıl muamele etmesi gerektiği hususunda Allah’a deliller veriyoruz kendimizle ilgili. Bir türlü gideceğimiz yere varamamamız, gönüllerimizi huzurla dolduramamamız “nasıl” olmamız gerektiğini kavrayamadığımız içindir. Peki kavrayamamamızın sebebi nedir? Emirleri suistimal etmemiz, harama karşı lakayt durmamızdır. Harama-kötüye vs. duruşumuzdaki acizliğimizdir. Haramlara karşı lakayt kalınca Allah bizim gören gözümüz olmaktan uzak kalıyor. Biz bu sefer şeytanı devreye sokmuş oluyoruz. Lakaytlık ve acizlik şeytanı bizim yolumuzun üzerinde mekan sahibi kılıyor. Her köşeye oturup bizi başka tarafa yönlendiriyor. Allah’ın nazarıyla bakamadığımız için de yolumuzu değiştiriyoruz. Yıllarca ulaşamayacağımız diyarlarda hedef arıyoruz.
Gidilecek yerin farkındayız, hedefimizi biliyoruz ama yolumuzu-yordamımızı bilmiyoruz. Şeytan yollarımıza oturarak hep o yolu bulmamıza mani olmaya çalışıyor. Şeytanın Müslüman üzerindeki amacı gidilecek yerin olmadığına inandırmak değil yolun yönünü değiştirmektir. Yol ve yordamsız bırakmaktır.

Müslüman en güçlü olsun diyoruz ama bunun olması için gerekli şartlar olmadığı gibi müslümanın başını yere eğecek işler serdediliyor. Ve nihayet arayış, bulamama, ulaşamama devam edip gidiyor. İçi boş birçok işlerde hurafe/bidat/merasim ve organizasyonlarda Allah’ın rızasını arıyoruz.

14 Kasım 2016 Pazartesi

KAPILARDA KALANLAR; YİYİCİLER

İslam alametleri, Müslümanlık görüntüleri çoğaldıkça rahatlama içine girileceği zannedilir. Her yeni zaferin daha fazla rahatlık getireceği umulur. Bu dinin rahatlık getireceği kısmına abanan insanlar İsrailoğulları’nın karakteriyle aynı yerde buluşurlar.
Bu dinin fıtratında şu vardır; nerede –kimde görünmüşse derdi, çileyi çeker. Derdi çileyi çekmeden de müslümana ait hayat görüntüleri artmaz. Peygamber aleyhisselamın ömrünün sonunda gördüğü çileler vahyin ilk aşamasındaki çilelerden daha fazlaydı. Müslümanlar zaferler elde ettikçe çileleri arttı. Çileleri çektikçe de dinin o topraklara saldığı kök derinleşti, görünürlüğü (yayılması) arttı.
Müslüman görüntünün daha da artmasını isteyen bunun bedeline de hazır olacak. Bedel ödemeden kendi ailesinde, kendi mahallesinde, arkadaş çevresinde, şehrinde, ülkesinde, dünyada Müslüman görünürlüğün artmasını istemek Allah’tan olmayacak şey istemektir. Her müslüman bu evrelerden en az birinde dert, çile çekmeli, bedel ödemeli ki Allah da (dilerse) karşılığını versin.
Bedeline hazır olmadan gelen istek tembel adamın isteğidir.
Bedeline hazır olmadan gelen istek yiyicilerin isteğidir.  
Bedeline hazır olmadan gelen istek başa geleni baştakilerin hatalarına bağlayacak yanlışlığa düşmektir.
Bedeline hazır olmadan gelen istek baştakileri yalnız bırakma ihanetine kadar götürecek istektir. Hatta Peygamberi bile kendi başına bırakacak densiz ve dengesiz bir istektir.
 “Madem ki böyle yaptın “O HALDE SEN VE RABBİN GİDİN SAVAŞIN” derler. (Maide:24)
Ödemek istemedikleri bedeli katbekat ödetmeye kalkışırlar.
Peygamberleri onları bir an bile olsa bırakmazken onlar peygamberlerini kapılarda bırakıverirler. Peygamberleri onların her işlerine kefil olup onlara yoldaş olurken onlar en kutlu yürüyüş sahibini kendi haline bırakıverirler. Peygamberleri onlarsız hiçbir kapıdan girmek istemezken onlar kapılarda sırt dönerler. Peygamberleri onlardan bir tanesini bile gözden çıkarmazken onlar Peygamberlerini gözden çıkarıverirler.  
Bedel ödemeden nimete konmayı arzulayanlardır onlar. Bedelsiz, çilesiz kazanç peşinde koşanlardır. Riski sevmezler, garanticidirler, nemalanmaktan daha fazla iman ettikleri bir şeyi olmayanlardır.
Bir gün gelir Allah onların içlerindekileri ortaya çıkarmak ister. Onlara içi nimetlerle dolu bir şehir teslim etmek ister. Yanlarında peygamberleriyle onları desteklediği halde “şehrin kapısından girin orada sizin için nimetler vardır” denir ama onlar peygamberlerine “sen ve Rabbin gidin savaşın” derler. Yalnız kalakalır peygamber. Nimetlerle dolu şehrin kapısında kalakalır. MUSA Peygamber… “Rabbim” der “Rabbim! ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, bizimle bunların arasını ayır (Artık bunları dilediğin gibi yap)”.  (Maide: 25)
Halbuki orada onlar için nimetler vardı, güç vardı, üstünlük vardı.  Ama onlar 40 yıl Tih’te sürgün yaşamaya mecbur kaldılar. Çünkü onlar işin nemalanma kısmına talip oldular. Musa ve Rabbi gidip savaşacak sonra da bu beylere şehri teslim edeceklerdi. Onlar da girip tüm nimetlerden faydalanacaklardı. Allah onların bu anlayışını cezalandırdı.  Yani; “Allah ve Rasulü’nün zıddına hareket ettiği halde (onlara itaat edenlere teslim edilen) ikramlara sahip olma arzularını” cezalandırdı.
Nasıl bir anlayış... Hem gücünden faydalanacaksın, hem zenginliğini kullanacaksın, hem seçkin olmayı arzulayacaksın hem de bütün bunlar için gerekli şartlardan; fedakârlık ve mücadeleden kaçacaksın.  Kim açacak o kapıyı sana, içeridekiler mi? Sana karşı savaşanlar sana şehir mi teslim edecek?
Kim açacak o kapıyı sana, İlahi bir mucize mi? İlahına karşı gelerek ilahi bir güce nasıl kapı açtıracaksın?
O halde kim açacak o kapıyı?
 Sen.
Senden başkası açamaz o kapıyı. Senin mücadelen, senin fedakarlığın o kapıyı açıp o şehri sana teslim edecek. Bu hususta da Allah sana yardımcı olacak.
Nasıl açılacak?
Dünyaya sırtını dayamış işlerle cennet hayali kuranlardan olmadığını Allah’a ispatlayarak.
Şeytanı sevindirecek işler yapıp dururken güce kavuşmak için Allah’ın kudretinden medet umanlardan olmayarak.
Allah için bedel ödemek hususunda en arka safa sığınırken Allah’ın nimetleri dağıtıldığı esnada en ön safın kavgasını verenlerden olmadığına Allah’ı şahit tutarak.
Başka nasıl açacaksın ki o kapıyı?
Bilinmeli ki; Yiyicilikle yapılan işin olduğu yerde Allah’ın yardımı yoktur.
Yiyicilikle yürünen yolda Allah’ı da Rasulünü de dinleyen olmayacaktır.
Yiyicilikle gidilen kapıların başında yalnız bırakıp gitmeler olacak demektir.
Yiyicilikle yaklaşılan her işin sonunda Allah’ın cezalandırması vardır. Kiminle olduğuna bile bakmaz Allah, cezanı acilen indiriverir. Yanında saygın olan insanlar bile olsa, Salih insanlar bile olsa hatta Musa gibi Ululazm peygamber bile olsa cezayı keser. Bu Peygambere ve salihlere imtihan olur yiyicilere ceza…
Yiyicilikle dine sahip çıkılmaz.
Yiyicilikle müslümana sahip çıkılmaz.
Yiyicilikle Müslümana ait projeler sonuç vermez.
Yiyicilikle Allah’ın istediğine ulaşılamaz ancak kendilerini kandıranların hevesleri doyar.
Allah teslim ettiği ya da teslim edeceği her işte, her kapıda yiyicilerin olup olmadığına bakar. Zira yiyicilerin olduğu yerde Allah rızası olmaz. Muamelesi de ona göre olur.
Yiyicilik İsrailoğulları’nın karakteriydi. O karakterin düzelmesi için 40 yıl TİH’te yokluğu görmesi gerekiyordu. Gördü de…

Ne zaman bu ümmetin içinden de böyle birileri çıksa bu sürgünü yaşadı, yaşayacak. Allah’ın muamelesi farklı olmayacaktır.
O kapıdan geçmenin şartı ihlas ve ameldir.

12 Ağustos 2016 Cuma

Her Yılanı Yok Edecek Bir Kuş Mutlaka Gelecektir

(2012 yılında Yenigün Gazetesine yazdığım yazı)
Kabe’nin yıkılmış duvarı üzerine yerleşip de yeniden imar edilmesine mani olan koca yılanın hikayesini bilir misiniz? Peygamber (as)’ın peygamberliğinden önceki döneme ait olan bir olaydır. Peygamber (as) bu dönemde yaklaşık 35 yaşlarındadır. Mekkeliler bir gün olur Kabe’nin yıkılmış dökülmüş haline son verip yeniden inşa etmek isterler. Niyetleri gerçekten halistir. Cidde tarafında batan bir gemide inşa işine yarayacak malzemeler vardır. Onlar hemen getirilir. Mısırlı bir yapı ustasının gözetiminde inşa işlemi yapılacaktır. Yapılacaktır yapılmasına ama önce Kabe’nin yıkılması gerekmektedir. Fakat kimse cesaret edememektedir. Kabe gibi bir yer yıkılır da O’nun sahibi bedel ödetmez mi? Bu korku ile işin yürümeyeceğini görenler yapmak istedikleri şeyde azimli çıkarlar ve yıkım işlemine karar verirler. Fakat ertesi gün onları bir sürpriz beklemektedir. Kabe’nin duvarına kocaman bir yılan yerleşmiş ve kimseyi de yaklaştırmamaktadır. Yılan günlerce orada durur. En sonunda Makam-ı İbrahim’de tüm samimiyetleriyle Allah’a yönelirler ve derler ki; “Ey bu Kabe’nin sahibi olan Allah! Eğer Beyt'inin (Evinin) yıkılıp yeniden yapılmasına razı isen, onu tamamlattır ve başımıza gelen şu müşkil durumdan bizi kurtar, bu yılanı uzaklaştır.” Kabe’nin sahibi olan Allah duaya icabet eder ve o koca yılanı kaldırıp götürecek daha büyük ve daha güçlü bir kuşu ona musallat eder. O iri kuş pençelerini yılana batırır ve kaldırıp götürür. Rivayete göre az ilerdeki Hacun’a götürür bırakır. Ve müşkil durumdan kurtulurlar. Allah yollarını açmıştır artık. Dualarına icabet edilince Mekkeliler çok sevinirler. Ve Ebu Vehb bin Mahzum ayağa kalkar der ki; "Ey Kureyş cemaatı! Kabe'nin inşaatına, kazancınızın temiz ve helal olmayanını sokmayın! Ona, ne fahişe başlığı, ne faiz parası, ne de herhangi bir kimseden haksız olarak alınmış olan para kabul edilmeyecek!" der. Ve Kabe yeniden inşa edilir. Peygamber (as) da bizzat amcasıyla birlikte taş taşımıştır. Hacerül Esved taşının Peygamber (as) tarafından Kabe’ye konulması olayı da bu yeniden inşa çalışmasından hemen sonradır.
Anlattığımız olay sahih mi, değil mi tetkikini yapmayacağız. Olaydan ne istifade ederiz ona bakacağız.
Gelelim ne istifade ettiğimize.
Eğer bir şey yapacaksak şunlara mutlaka dikkat etmek gerekiyor;
Gönülden isteyeceksin.
Halis bir niyetin olacak.
 Malzemen hazır olacak.
Harcına haram-yalan karıştırmayacaksın.
Gayretli olacaksın.
Allah senin gayretini görecek.
Bazen bir şey yapmak istersin her şeyi tamamlarsın ama yapmak istediğin şey olmaz; bir yerlere, bir şeylere takılır. Bir adım atamazsın. Her şey hazırdır, ortam hazırdır, yapılmak istenen şeyin de zamanı gelmiştir ama oturur kalırsın yerinde. Zira senin yapmak istediğin şeyin olmasını istemeyen güç onun başına oturur ve geleni korkutur. Ümit edersin acaba biraz vakit geçince yapabilir miyim? diye. Fakat o hep aynı yerdedir ve her zamanki haliyle tehlikeli olmaya devam etmektedir. Ne zaman bir gayretle yeniden hareket etsen o hep sana varlığını gösterir. Gücü senden fazladır ve onu korkutamazsın. Her geçen gün ümidin tükenir ama bir taraftan da ondan daha büyük bir gücün gelip onu bulunduğu yerden kaldıracağını da hep ümit edersin. Eğer sen üzerine düşen her şeyi yapmışsan ve aciz durumdaysan Allah’a samimi bir şekilde yöneleceksin. Ve inan bundan sonrası senin ellerinle dokunduğun kadar gerçek şekilde sana dönecektir. Allah’ın bir insanın istek ve talebine nasıl karşılık verdiğine tüm bedenin ve ruhunla şahit olacaksın. Kötü olanın senin çabanla kalktığını göreceksin. Ya da iyi olanı yapmanın erdemiyle hazlanacaksın. Kötülüğün devamını isteyen ya da iyi şeye mani olan etken (ne ise) eğer senden daha güçlü ve yıldırılamaz ise Allah’ın sana ondan daha büyük bir güçle yardım ettiğine şahit olacaksın. Bu senin halis niyetinle başlayacaktır. İyiliklerin başına oturup duran ve engel olan her şey/herkes bir gün karşı koyamayacağı bir pençeyle savrulup gidecektir. Kötülüğün devamına çanak tutan her şey/herkes bir gün halis bir niyete,  samimi bir yakarışa yenik düşecektir.
İçinizdeki, dünyanızdaki bir kötülüğü kaldırmak istediğinizde bile karşınıza koca bir engel çıkar. Nefsiniz aciz kalır. İyi bir şey yapmak için niyetlenirsiniz, gayretlenirsiniz ama karşınıza koca bir mani çıkar. İşte o zaman şunu unutmayın ki iyiliği kötülüğe galip kılacak bir güç sizin gayretinizdeki samimiyeti görmek için beklemektedir. Onu gördüğünde size her iyi işinizde yardımını ya da yardımcılarını gönderecektir.  Vesselam…

10 Ağustos 2016 Çarşamba

HAYIR!

Dini yaşama biçimini ve cemaat şekillenmelerini, en ince ayrıntısına kadar eleştirmeye evet
AMA…
Cemaatleri öne çıkararak dini sorgulamaya hayır!
Tavını denk getirmiş demirci misali fırsat bulup cemaatler üzerinden din ile ilgili hesaplarını görmek isteyenlere hayır!
Cemaatlerin eksikliğini dinin eksikliği gibi gösterme gayretlerine hayır!
Cemaatlere olan eleştirinin öfkeye bürünerek hakarete varmasına hayır!
Cemaatlerin “mutlak sapkınlıklar” türetebileceği ihtimalini ele alıp cemaatleri “mutlak sapkın”lar olarak ima etmeye hayır!
Din ile, doktora tezi yazmaya başladıktan sonra tanışan, resmi söyleme yaslanmış akademik güruhun din adamı diye yutturulmasına hayır!
Pozitivist ve “gursaktan aşağı inmeyen”, “meslekten öteye gitmeyen” akademisyenci din anlayışının oluşturulmasına da hayır!
Hastalıklısıyla, sağlıklısıyla hepsi birer hücre olan cemaatlerin kalitelerini artırmak ve ıslahına vesile olmak için değil de onların yok olmalarına hizmet eden yorumlara hayır!
Müslümanlıkla yoğrulmuş bu topraklarda cemaat düşmanlığına hayır!
Bu dine “ruhları yok olmuş sağların” yön vermeye kalkışmalarına hayır!
Nerede durduğu bile belli olmayanların cemaatler üzerinden bu dine konum belirlemeye kalkışmalarına hayır!
Dinsizleştirme politikalarında çileyi yudumlayarak direnen cemaatlerin, tarikatların haysiyetiyle oynanmasına hayır!
“En iyi cemaat cami cemaati” söylemini kullanıp “Hepsi gitsin cami kalsın” diyen camiye de cemaate de uğramamış adamların fikir beyan etmesine hayır!
Yaşam felsefesi günü kurtarmak olanların “zaten böyle olduklarını bildiğimiz için hiç yanaşmadık” deyip ukalalık sergilemelerine hayır!
Bir taraftan “en iyi cemaat cami cemaatidir” anlayışını toplumun bilincine iyice yerleştirirken diğer taraftan “cemaatler devletten temizlenmeli” diyerek bir taraftan dinin devlet kademesine tavsiye ve yönlendirme etkisini kırmaya diğer taraftan da dinin toplum içinde oluşturduğu dokuyu bozma kurnazlığına hayır!
Dini, laik ve resmi olan söylemin dışına çıkmamış ve hatta çıkma ihtimali de gözükmeyen  Diyanet’in tekeline verme çabalarını alttan alta geliştirenlere hayır!
Rüzgara kapılıp, dini hassasiyetlerimizi laik reflekslere bağlı devlet yapısına teslim etmeye hayır!
Bir cemaatin şenaati yüzünden binlercesine “top yekün” yargıya hayır!
Cemaatlerle ilgili emniyetsiz hava oluşturup hepsinin teker teker etkisiz hale gelmesini arzulayanların fırsatçılıklarına hayır!
Cemaatlerin, kimsenin omuz vermeye cesaret edemeyeceği “sahipsiz miras” haline düşeceği günlerin beklentisinde olanların sinsi hayallerine yüzbin kere hayır!
“Önce kendimiz eleştirmemiz lazım” diyerek ümmetin binlerce yıllık gelenek ve birikimlerini aslına döndürmeye değil de “dövmeye” dönük  “sağdan yaklaşımlara” hayır!
Şairin dediği gibi
“Hata benim, suç benim.
Derdime ilaç benim.”
Hariçten gazel okuyanların tüm okumalarına hayır!
Koca koca hoca/hocaefendileri yeni yetmelerin diline düşürmeye hayır!
Müslümanlığın itibarını kurtaracağını zannedenlerin Müslümanların itibarıyla oynanmasına sebep olmalarına hayır!
Mutlak itaati eleştireceğim derken diğer taraftan da kimseyi umursamayan “serkeş” hayata özendirenlerin işlerine hayır!
Devletin, yıllarca tavsiyelerini dinlemekten ziyade “avantayla” etrafında tutmaya çalıştığı bunu da bir şekilde başardığı cemaatleri, bir anda “otlakçı” muamelesiyle toplum ve sistem dışına itmesini arzu edenlerin vefasızlığına hayır!
Dinin milliyetçilik demirinde dövülüp ılımanlaştırılmasına hayır!
Cemaatlerin ve tarikatların bir kenara tekmelenip atılmasının tabanında gizlenen, “Protestan” sistemin kutsandığı bir devlet anlayışına hayır!
Cemaatlerde vahyin saptırılmasına ne kadar hayırsa cemaatlerin dışındakilerin Vahyi Protestanlaştırmasına da bir o kadar hayır!
Dini aidiyetlerin zayıflatılması amacına, cemaatleri eleştirme bahanesiyle ulaşılma gayretlerine hayır!
Dün “din ile güçlenenlerin” bu gün iştahları kabararak “siyasetin dini yönlendirmesine” çanak tutmalarına hayır!
Bir rüzgar var şu anda; Cemaatlerin eleştirilmesi rüzgarı. Bize rüzgarın arasında toz yutturmaya çalışanlar var. Tozu yutmaktan kurtulmamız zor. Zira rüzgar çok güçlü. Önemli olan ciğerlerimizi nefessiz bırakacak toza maruz kalmaktan korunmaktır.
Basit ve önemsiz gibi görüp söylediklerimiz aslında ne büyük şeylere şahitlik eder bazen.
Bir gün söylediklerimizin hepsinin hesabı sorulacak.
Allah bize feraset versin.
Basiretimizi bağlamasın.
Haksız eleştirilere dalanlarla birlikte dalıp gitmekten muhafaza etsin.

22 Temmuz 2016 Cuma

Ayıklanma Zamanı

15 Temmuz 2016 Cuma günü Türkiye’de başarısız bir darbe girişimi oldu. Darbe girişiminin aktörleri Türkiye’nin son 50 yılında var olmuş bir Cemaatin TSK içindeki bağlıları, işbirlikçileriydi. Müsebbip yapı göz önünde bulundurulduğunda müslümanlara düşen 1- İbret almaktır 2- Kendimizi kontrol etmektir.  Burada söyleyeceklerimiz ibret almak bakımından kendimizi kontrol edeceğimiz hususlardan görebildiklerimiz olacaktır.
Herkes siyasi erkin alacağı tedbirlere odaklanmış durumda. Lakin bu sadece siyasetin ibret alacağı, tedbir alacağı bir durumdan ibaret değildir. Vakıflar, dernekler, cemaatler, tarikatlar vs. Allah için bir şey yaptığını söyleyen herkese ibrettir bu ve hepsi kendi içlerinde tedbirlerini almak zorundadır. Müsebbip yapıya karşı alınacak tedbirleri değil müsebbip yapı gibi olmamak için gerekli tedbirleri kastediyorum. En önemli tedbir de dinimiz ve din adına yaptıklarımızda olmalıdır. Tekerrür etmemesi için. Öyle ya dini de yanına alıp yola çıkan bir hareketten bahsediyoruz. Tıpkı elçinin ayak izinden parça alıp onun arkasından ihanet eden kişinin mantığı gibi.
 Şimdi herkesin “karnaval” havasından çıkıp başımıza gelen şeyin müsebbibi yapı ile ait olduğumuzu söylediğimiz yapıları kıyaslayıp benzerliklerimizden sıyrılma zamanıdır. Ayıklanma zamanıdır. Allah’ın dinine daha uygun hale gelebilmek için ayıklanma zamanıdır. Hasan El Benna’nın Gençlere Tavsiyesi bize de olsun; Maskaralık yapmayın. Çünkü mücahid bir millet, ciddiyetten başka bir şey tanımaz.”
Öncelikle şunu söyleyelim; Allah bize bunu ibret olsun diye yaşattı; helak olanların özelliği olan “karnaval” icad etmek için değil. Kan ve ölümlerle gelen başarıyı karnavala dönüştürmekten, kişisel garip hünerlerin sergilendiği yetenek yarışması havalarından çıkarmak gerekiyor?
Başa gelen bu vahim olayı tanımlayacak kavramlara dikkat etmeliyiz. Yaptığımız tanımlamalar Allah katındaki şahitliğimiz de olacak. İnsanları memnun etmek adına Allah’ı kızdıracak tanımlamalardan uzak kalmak gerekiyor. Çünkü bu gün yaptığımız tanımlama geleceğimizle ilgili bağlayıcı olacaktır. Yaptığımız tanımlamalar bugünü nasıl gördüğümüz ile ilgilidir. Allah da bu olayla ilgili olarak bize bu şahitliğimiz üzerinden muamele yapacaktır.
İkinci olarak da; müsebbip yapı ile ilgili olarak görebildiğimiz şeyleri dile getirelim.
Görebildiklerimizin bir kısmı şunlardır;
Avam ile Havas’ın (elit) aynı mekanda bir araya gelemediği yerlerle var oldular. Özellikle birbirlerinden uzak tutulurlardı. Mesela; Bir doktor ile bir sanayici aynı mekanda maklube yiyemezlerdi ya da binde bir olan bir şeydi. Bu ayrıştırmayı özellikle yapıyorlardı.
Asla düşünmeye fırsat verilmiyordu. Cemaate yeni katılan ve öğrenci evlerinde kalan öğrencilerin kendi başlarına odada yatmalarına izin verilmezdi. Kendi başlarına kalırlarsa “şeytan akıllarını çeler” denirdi. Küçücük de olsa şüphenin oluşmaması için en az bir sene ablukaya alınırdı; taki zihin ikna edilene kadar.
Bireysel tercihler olmadı, cemaate adanmışlık vardı. Öncelik cemaatti. Cemaatin öncelikleri Allah’ın önceliklerinin önüne geçerdi. En basit bir örnek; Bayramlarda çok istemelerine rağmen okuduğu şehirden ayrılamaz anne-babasının elini öpmeye bile gidemezlerdi. Çünkü; bayramlar fırsattı. Ramazan bayramında cemaate infak toplanacaktı, Kurban bayramında deri toplanacaktı. Hür bir adam yetiştirme projeleri hiç olmadı. Herkes aynı şeyi düşündü, aynı şeyi konuştu.
Ya zengin/çocukları tercih edildi ya da zeki aynı zamanda kullanışa müsait olanlar. İkisi de yoksa kim olursa olsun adam hesabına bile alınmadı. Yıllarca aynı şeye hizmet eden zengin biri işi bozulup da himmet edemez duruma gelince elinden tutulmadı. “Parasız adam gereksiz adam” gözüyle bakıldı.
Ayrı bir literatür geliştirdiler. Böylelikle kendilerini toplumdan soyutladılar. Allah azze ve celle “infak” dedi onlar “himmet” dedi. Peygamber aleyhisselam “ümmet” dedi onlar “cemaat” dedi. Ulema “ilim” dedi onlar “dogmalara” sarıldı. Aklı başında Müslümanlar “Vahiy” dedi onlar rüyaya sarıldı. Sonunda Mehdileri oldu, kamyon şoförü peygamberleri oldu.
Allah “infak” dedi onlar “himmet” dediler. Allah “infak” istedi onlar “himmeti” ortaya çıkardılar. Allah İnfakı kafire bile mübah görürken onlar himmeti cemaatin dışına haram kıldılar. Mesela Kuran kursu yaptırmadılar, İmam Hatip yaptırmadılar. Hatta hatta Cami yaptırdıklarına bile şahit olmadım. Kolejler yaptırdılar, dershaneler yaptırdılar, üniversite açtılar ve buralara dair hastaneler açtılar.
Onların yüzleri hep batıya dönük oldu. Doğu’ya dönmeyi hiç istemediler ve onlar gibi olmak istemediler. Neden kafir diyarlarında büyüyüp de Müslüman diyarlarında varlıkları olmadı? Neden imanları batıyı sevdirdi de doğudan nefret ettirdi. Bu bir yönelişti. Kafire fayda verip İslam’a zarar verecek şeylere yöneldiler. Yıllarca, odasının gizli bölmesinden seccade çıkarıp da “ben de aslında sizin gibi namaz kılıyorum” diyen papaz hikayelerinden gizli bir muhabbet oluşturuldu. Salakça ve aptalcaydı doğru ama binlerce insan bunu anlatanlara ram oldu, bende oldu.
Gittikleri hiçbir ülkede Müslümanlarla “diyalog” kurmadılar. Selam bile vermediler; burada olduğu gibi.
Kur’an ve sünnet ile ilgili hiçbir çalışmaları olmadı. Kur’an okuma faaliyetleri programları olmadı. Ne evlerinde, ne salonlarında, ne himmetli toplantılarında. Ama dünyanın her ülkesinden yüzlerce insan ile olimpiyatlar yaptılar, ergen kız ve erkekleri elele tutuşturup kardeşlik mesajı verdirdiler.
Satın aldılar. Gariban çocuklarını satın aldılar. Diploma heveslilerini satın aldılar. Genelde toplumun “ezik” lerini seçtiler. Bayanlarını ablalıkla, erkeklerini abilikle, ev imamlığıyla, semt imamlığıyla onurlandırıp hayatlarında kimseden görmediği ve göremeyeceği yetkilerle donattılar. “Ezik” adamlardan makamlara sultanlar bulundu. Satın alınmışlığın ardından bağlılık geldi. Üst’üne bağlılık anne-babadan, akrabadan, kardeşten daha önemli oldu.  Bu durumu kabullenemeyenler koptu gitti ya da aforoz edildi.
Anne babası cemaati eleştiren cemaat üyelerinin neredeyse tamamı anne-babasına, kardeşine, akrabasına, mesafe koydu. Toplumuyla bağları böylece kopmaya başladı. Koparılan bağ için geçerli bir sebepte vardı; “onlar cahil, bilmiyorlar”. Çoğu zaman cemaat adına en yakınlarının hatırları, gönülleri ezildi geçildi. Gerektiğinde cemaat için her türlü öfkeyi kendi özünden olanlara çevirecek kadar koptu bağlar.
Güce kavuşmak için her şey mübah sayıldı. Allah’ın insan bedenine, eşyaya, yiyeceğe ve içeceğe, mülke, hükümlere dair ne varsa hepsine ait sınırları cemaatin güvenliği ve bekası söz konusu olduğunda yeniden yorumlandı.
Fırkayı Naciye oldular. “Kurtulan Fırka” olmak onlara her şeyi küçümsettiği gibi onları her şeye karşı da tekebbüre bürüdü. Aynı anda iki duygunun da zirvesine çıkardı.
Bir taraftan herkese ulaşacak mekanizmalar, yapılar oluşturulurken diğer taraftan hiç kimsenin ulaşamadığı ve sorgulayamadığı bir lider ve lider kadrosu oluşturuldu.
Tâbi kılan bütün hislerin sağlam kalabilmesi, sorgulanmaması için ortamlar oluşturuldu. Yoğun bir hareketlilik kazandırıldı. Zihinler de hayatlar da yoğun bir hareketlilik yaşadı. Anne-baba, aile, akraba “hizmetin” yoğunluğu içinde kayboldu gitti. Bu kaybediş “Allah içindi”. Allah adına Allah’ın öne çıkardığı şeyler geri kaldı hep.
Allah için bir araya gelindiği söylense de Cemaatin var kalabilme mücadelesi Allah’ın dininin var kalmasının önüne geçti. Cemaat hep korunduğu halde Allah’ın dininin zarar görmesine bile bile göz yumuldu. En kritik zamanlarda Cemaatin menfaati Müslümanların menfaatine tercih edildi. Allah’ın değer verdiği şeylerin ayaklar altına alınmasına müsaade edildi; “Teferruatta” kaldı hepsi.
Özellikle Vakıflar, Dernekler, Cemaatler şunu görmüş olmalılar; Din adına toplayıp kendi bedenlerini büyütenler o bedenleriyle ibretlik olurlar. Ümmetten toplayıp kendi varlığı için yiyenler karınlarına ateş doldururlar. Allah’ın zamanı var, hesabı var, bekler ve o ateşi tutuşturuverir. Kimse de buna mani olamaz. En büyük, en etkili, en güçlü olmak adına kamu kurumlarına ve onların paralarına musallat olunduğunda, Allah’ın onların da peşine düşeceğini bilmeliler.
Vakıflar, dernekler, cemaatler parası kadar iş yapacak. Aç gözlülük yapmayacak. Haddi kadar iş yapacak kimseye yük olmayacak. Devesinin üzerindeyken yere düşen kamçısını yerdeki arkadaşından istemeyi ar bilip devesinden inerek kendisinin aldığı sahabeyi anlatarak örnek verenler aynı hassasiyeti Kamuya ait paralara göz dikip yük olmayacak. Hele hele bunu da “Allah için” hiç yapmayacak. Kendi işini kendi yapacak.
Ağıza Allah, Peygamber, Kur’an, din ifadelerini alıp da Allah’a rağmen bir şeyler yapmaya çalışanların Allah’tan göreceği hayırlı bir karşılığı yoktur.  Allah’ın kimseye torpili yoktur. Torpili olsaydı Hilafetimizi elimizden almazdı.
Himmet adına bildiğimiz gasplara alet olundu.
Havas’ın dillendirdiğinden başkası dillere dokunmadı.
Havas’ın gösterdiğinden başka şeylere göz değmedi.
Havas’ın iyi dediğinden başkası iyi olmadı, kötü dediğinden başkası da kötü olmadı.
Tüm yakınlık, havasa daha yakın olanlara oldu. Kıymet ve değer oraya “yanaşık” olmakla belirlendi.
Havas’ın kitabı Allah’ın kitabından daha kıymetli hale geldi.
Allah’ın kapattığı sayfa (Yahudilik-Hristiyanlık) tekrar açmaya kalkışıldı. Halbu ki biz şunu öğrenmiştik; Allah’ın kapattığı sayfa açılamaz, vurduğu mühür çözülemezdi. Kim bunu yapmaya kalkışırsa ona da öncekilere vurulduğu gibi mühür vurulacaktı, vuruldu.

Allah dinine zarar verecek şeyleri zamanı geldiğinde ayıklar, ayıkladı da.

Şimdi ayıklama zamanı bizde. Benzerliklerimizi ayıklama zamanı. 

23 Haziran 2016 Perşembe

Camilere Oyun Parkı Ne Kadar Gerekli

Caminin dışarıya etki edemediği hayatı yaşadığımız için kafalarımız camiyi de dışarısı gibi algılamaya başladı. Cami içini oyun oynaş yerine çevirmeye kalkıştık.
Camilerde oyun parkı oluşturmak “model” olarak sunulmaya başladı. Sonunu hesap edemediğimiz yaklaşımlarımız yüzünden önem arz eden işlerimiz önemini kaybetti. Bu işimizin sonunu da iyi hesap etmek zorundayız.
Çocukluğumdaydı… Camiye her gittiğimizde ya rükuda birbirimizi teperdik, ya secdede öndekinin ayağını gıdıklardık, ya yanımızdakine dirsek atardık vs. kendi şenliğimizi kendimiz bulurduk ama hepimiz de namazı öncelerdik. Hepimiz kiminle gelmişsek onun yanında secdeye kapanırdık. Melekler bizi böyle yazıyordu. Bizi camiye getirenleri de böyle yazıyordu.
Camiye geliyorduk çünkü evimizde de namaz kılınıyordu. Bu yüzden hiç namazdan sıkılmazdık. Kimse de caminin içinde bize özel alanlar oluşturup o sükuneti, münzeviliği bozmaya çalışmazdı. Namazsız toplum olduğumuzdan beri, şirazeyi dağıttığımızdan beri oldu ne olduysa. “Ne olduysa bize hep azar azar oldu”.
Camileri oyun oynaş yerine çevirmekle ne yapmış oluyoruz;
1-       Caminin işlevini sabote ediyoruz.
2-       Çocuğa caminin dışarıdan farklı olduğunu hissettirecek münzeviliği ellerimizle bozuyoruz.
3-       Camileri, çocuklarımızı salıverdiğimiz dışarıdaki dünya gibi düşünmeye başlıyoruz. Allah’a ait olan alanı kafamıza göre şekillendirmeye çalışıyoruz.
4-       Caminin içini dışarıya taşımak için olması gereken gayretimiz caminin dışını içeriye taşımaya oluyor? Anlayışımız tersine dönüyor.
5-       Evindeki televizyonun yeri değiştirildiğinde küplere binen babaların bu husustaki hassasiyeti ne kadar acaba? Ya da mobilyaların yerini değiştireceğinde kılı kırk yaracak kadar hassas davranan annelerin bu husustaki hassasiyeti ne kadar acaba? Neyi nereye taşıyoruz?
6-       İsmailleri kendi ellerimizle boğazlıyoruz.
İbrahim ile İsmail birlikte Kabe’yi imar etmişti, örneğimiz budur. (Bakara 125) Şimdi ise (camiye gidenleri kastediyorum) babaları  ve anneleri teravihte oğulları/kızları da aynı camide oyunda-oynaşta bir nesil yetiştirmeye çalışıyoruz. Hayrı isterken şerre gitmek (İsra;11) bu mu acaba? Halbuki ben rabbime dua ederken secdede oğlumun yanında olmasını, kızımın annesinin yanında olmasını isterim. Ve isterim ki baba olarak ben, anne olarak da eşim secdede “rabbim, işte oğlum/kızım ve ben.  İbrahim ile İsmail gibi beraberiz huzurunda, onlara lütfettiğini bize de ver” diyelim.
7-       Diz çökmeyi, alnını secdeye koymayı, kıyamda sabretmeyi değil bunların olduğu mekanda oyun oynamanın ibadetten vazgeçirici kaçamağını öğretiyoruz çocuklara.
Çocukları namaza alıştırmak camiye alıştırmaktan önceliklidir. Peygamberimizden (sallalahu aleyhi vesellem) bunu öğrendik. “Çocuklarınızı namaza alıştırın” dedi camiye alıştırın demedi. Namaza alıştır, bak o zaman çocuk  caminin hakkını nasıl veriyor? Oyuna oynaşa gerek kalıyor mu?
Peygamber aleyhisselamın mescidinde oyunlar oynandı diye bahane üretmeye gerek yok. Peygamber aleyhisselamın döneminde de, şimdiye kadar gelen cami geleneğimizde de camiyi camilikten çıkaracak hiçbir iş yapılmadı.

Camilere kolayca müdahale etmemize rağmen kendi evlerimize neden kimse müdahale edemez? Ya da evlerimizde çocuklarımızın namaz kılmaları için ne kadar proje ürettik?

9 Haziran 2016 Perşembe

Ömer'i Kollayan Endişe

İnsan bazen temizlik yapması gerekiyor hayatında. Tercihen değil mecburen. Hayatımıza bir şekilde girmiş bazı isimlerin hayatımızdan çıkması gerekiyor. 
Kimdir onlar? 
Onlar bir zamanlar kitaplarında cihadı anlatıp, namazı anlatıp, müslümanın yücelmesi için ne yapmalı sorusuna cevap arayıp, Müslümanların hatalarını güzel güzel sıralayıp yanlışlardan sakındırıp, Allah’a ve Rasulüne çağırıp koca koca kitaplar yazıp, makaleler dizip daha üzerinden de 20 sene bile geçmeden kader diye bir şeyin olmadığını iddia edenlerdir.
Sünneti ve hadisi anlatırken iman edilmesi için fazla bir güvenilirliği kalmamış yalanlardan bahseder gibi bahsedenlerdir. 
Sahabeyi anlatırken sanki bir sahtekardan bahseder gibi anlatanlardır. 
Kabir ile ilgili imanlarımızı eksiltmeye çalışanlardır, namaz diye bir şeyin bile olmadığını ritüelden ibaret olduğunu söyleyecek kadar geçmişindeki imanından sıyrılıp gidenlerdir. 
Bize Müslüman geleneğimizi güvensiz-çürük bir yapıymış gibi anlatıp buna inandırmaya çalışanlardır. 
Müslümanların 1400 yıldır iman ederek Müslümanlığına şahitlik edilen şeyleriyle alay etmeyi kendilerine iman kabul etmiş şeytanın sözcüleridir.
Onlardan bir şey kalmamalı hayatımızda. Kitaplığımızdan da temizlemeli tüm kitaplarını. “Ama şu söyledikleri güzeldi” deyip bir tane bile notları kalmamalı. Eğer o cümlelerin ona faydası olsaydı şimdi bu hale gelmezdi, deyip geçmeli. O cümleler, onları şimdiki söylemlerine getiren döşenmiş taşlardır. O cümleler kalplere hayır getirmeyecek bir birikimin ürünleridir.
“Onlar söylediklerinde sözleri cezbeder” .
Kıyasları kuvvetlidir.
İnsanları sapkınlığın ortasına getirip moloz gibi yıkıp giden fikirlerin sahiplerinin cümleleri itibar edilecek cümleler değildir. Faydası olsaydı kendierine fayda ederdi. İnsanı insan yapacak olan Cezbedici, zekice söylenmiş sözler değildir. İnsanı insan yapan dağlar kadar sabit hakikatlere bağlanmış, kökü yerde sabit, iyi bir sona götüren, öldüğünde de arkasından güzel bir isim bırakacak işlerdir, işlerden mülhem sözlerdir, cümlelerdir .
Ve hayattan çıkarmalı, zihinlerden atmalı, kitaplıklardan kovmalı, nereye çökmüşlerse oradan kaldırıp defetmeli. “Ama”sı yok bunun. Sözleri Allah’ın ve Rasulünün sözüne uyuncaya kadar “ama”yla geçecek her zaman dilimi vebal olacaktır. İnatlarında devam ettikleri sürece tavrımız net olmalı.
Ömer’in hangi endişeden dolayı azar işittiğini iyi anlamak gerekiyor. Bulduğu bir Tevrat sahifesini göstermek için getirdiği Paygamber aleyhisselamdan hem azar işitiyor hem de bir daha eline almamak üzere o sahife yere atılıyor. Halbuki Ömer'in niyeti merak ettiği bir şeyi Peygamber aleyhisselama göstermekti. Ama Peygamber aleyhisselam bu işin sonunun nereye varacağını çok iyi biliyordu. Ömer'den endişe etmiyordu ama Ömer'in elinde Tevrat sahifesini görenlerin ne düşüneceği endişelendiriyordu. Zira "peygamber aleyhisselam bu duruma ses çıkarmadı" denseydi başka başka sahifeler de çıkıp gelecekti piyasaya. Ataları peygamberler katletmiş kendileri de Muhammed aleyhisselama kastetmiş, "Allah fakir biz ise zenginiz" diyen, Medine'den çıkarılan (hain) yahudilerin safsataları Medine sokaklarında, müslümanların evlerinde, meclislerinde, mescitlerinde  rahatlıkla konuşulabilecekti. 
Peygamberin önüne geçecek hiç bir şeye izin vermiyor Allah. 
“Veyl olsun” dağlar yürütülse kendisinden başkasının olmayacağı o kitabın ve Allah’ın rasulünün getirdiği hakikatleri bulandırıp şüpheler sokma gayretindeki sapkın fikirleri Müslümanların dünyalarına sokanların hallerine.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Roma Heykeli Gibi Arz-ı Endam Etmek

Bütün kimlikler güçlü olmadığı sürece başka bir kimliğe dönüşmeye mahkumdur. Kimliğin ana temellerini oluşturan iki şey vardır. Birincisi; iddialardır. İkincisi; İnsan kalitesidir. Kimlikler bu iki şeyden birinin ya da ikisinin de zarar görmesiyle yıpranır ya da yok olur.
Her kimlik iddiasını gerçekleştirebildiği oranda yaşar vazgeçtiği oranda yok olur.
Her kimlik insan kalitesi oranında yaşar insan çürümüşlüğü oranında yok olur.
İddialar kayboldukça, insan kalitesi düştükçe kimlikler yitirilir. Kimlikler yitirildikce iddialar gereksizleşir. İnsanları sefilleşir.
Her kimlik bir tanımlamadır. Hayatımıza dair tanımlamadır. İnanma biçimimize dair tanımlamadır. Bedenimize dair tanımlamadır. Görüntümüze dair tanımlamadır. Her kimliği bozan, genleriyle oynayan bir şey vardır. Müslüman kimliğini bozan en etkili şey LAİKLEŞMEDİR.
Laik yaşam devletin dinden uzaklaştırılmasından önce hayatların dinden uzaklaştırılmasıdır. Laikliği din-devlet ilişkisine hapsedenler Müslümanların İsrailoğulları gibi nasıl da laikleştiklerini anlamamıza engel oldular. LAİKLİK; hayatlarımızdan dinin yönlendiriciliğini çıkarmaktır. Dini birkaç sembole, birkaç söyleme, fazlaca şovenliğe teslim edip hayatımızın tüm safhalarında dini söyleyecek sözden mahrum etmektir.
Dünyalık geleceğimiz adına kaygı vereceğinden tereddüt ettiğimiz müslümandan, dini faaliyetten, dini yaşam biçiminden, cümleden, fikir ifade etmekten, arkadaş tercihinden vesaire hep uzak durmaya çalışıldı. Keyfimizi bozmayan, herkesle beraber herkes gibi yaşamayı tecih edip, çoğunluğa uymanın keyfiyetinde bir yaşama uyarladık kendimizi ve laiklik “dinsizlikmiş ya” , “dini de devletten ayırmakmış ya” bunu da yapmışlar diyerek kendi hayatlarımızdaki laikleşmeyi fark edemedik. Tıpkı başörtüsüne odaklanıp başımızın dışında her yerin açıldığını fark edemediğimiz gibi. Neye inandığımız ya da neyi reddettiğimiz ile ilgili bilincimiz ya da bilinçsizliğimiz bizim nasıl bir toplum olduğumuzu da ortaya koyar.
Uzağa gitmeye gerek yok iki örnekle nasıl da laikleştiğimizi göreceğiz.
Birincisi; Adam başsız Roma heykelinde görüntü arz ediyor. Bunun fotoğrafını çekiyor. Fotoğraf’ta bir Roma’lı gibi duruyor. Bunu da rahatlıkla paylaşıyor. Ama aynı adam sakallı bir adamla aynı karede görünmemek için elinden geleni yapıyor. Neden? Aynı adamın bu duruşu beynimizin ve dünyaya dair gelecek tasavvurumuzun nasıl da laikleşmiş olduğunu ele veriyor aslında. Birinde arzı endam etmek kolay, bedel istemiyor ama diğerinde arz-ı endam etmek birilerinin tanımlamış olduğu ürkütücü (!) hayatı kabullenmek olarak görüldüğü için bedel istiyor. Neme lazım değil mi? Ya bir iş başvurusunda ya bir ticaret ilişkimizde ya bir siyasi geleceğimizde karşımıza çıkabilir. Ama Roma Heykeli gibi her yerde arz-ı endam edilebilir.
İkincisi; Adam Facebook’ta, Twitter’da dini paylaşımlar yapıyor. Bir süre sonra makam ve mevki sahibi oluyor, ya da makam ve mevki sahipleriyle arkadaş oluyor. Bu sefer tüm paylaşımlarını ya da tweetlerini  iddiasız “geyik muhabbeti” konularına dönüştürüyor. Lightlaşıyor. Amiyane tabirle “sıfatı bozuluyor”. Veyahut da “ben söylemedim o söyledi”   der gibi falanca adamdan alıntı yapıyor. Yani mevkilerimizin değişmesi, işlerimizin değişmesi, facebooktaki  twitterdaki takipçilerimizin niteliğinin değişmesi bizim de söylemlerimizde değişikliğe neden oluyor. İddiasızlaşıyoruz. Hiçleşiyoruz. Öyle ya; “NE OLUR NE OLMAZ” .
Tamam iddiamız var diye kavga edecek değiliz kimseyle ama bizim Müslüman kimliğimizden de ürkmemize gerek var mı?

Müslümanız diyoruz değil mi? Elhamdülillah. Ama ne şeytanı, ne kafiri, ne düşmanı tedirgin etmiyorsa imanımız bu nasıl Müslümanlık. Öyle ki şeytan bizim Müslümanlığımızdan razı, kafir bizim Müslümanlığımızdan razı, düşman bizim Müslümanlığımızdan razı. Baksanıza “kafir” derken bile bir ürkeklik oluşuyor içimizde. Allah’ın tanımlamasını biz başka kavramlarla “üzmeyecek” şekilde uyarlamaya çalışıyoruz. Kavramlarımız bile laikleşti. Kimseyi üzmeyeceğiz çünkü. Fincancı katırlarını ürkütmeme hassasiyeti yüzünden Allah katında vebal olacak işler yapıyoruz.
Hayatımızın bir çok alanında din sosu verilmiş ucuz tören, şenlik, kutlama, düğün, eğitim biçimleriyle ilgili olanlara değinmedik bile.
İddialarımız nerede biz neredeyiz?
Kimiz kim gibi yaşıyoruz?
Yaptığımız işler hangi hayatı daha canlı kılıyor?
Varlığımız, yapıp ettiklerimiz kimi güçlendiriyor?

16 Mart 2016 Çarşamba

Aceleciyiz

Muhakkak ki insan pek acelecidir. (İsra;11)
                            *                
Aceleci olmayacak insan.
Beklemenin, hızlı davranmaktan daha öncelikli olduğu zamanı kollayacak. Beklemenin tembelliğine sığınmayacak ama diğer taraftan da hedefin hırsına kapılmayacak.
Aceleci olmayacak insan.
En hayırlı işi bile olsa aceleci olmayacak. Tur Dağı’nda rabbiyle buluşacak bile olsa yine de aceleci olmayacak.  “Seni acele ettiren nedir ey Musa!” (Taha;83)
Hakikattir ki; işiniz insanla ya da toplumla ise, acelecilik, zirveye çıkarken zemini kaybettirecek.
Aceleci olmayacak insan.
Ganimeti bol, mükafatı çok bir işin derisini yüzüp kuyruğuna gelse bile aceleci olmayacak. Uhud’da okçu tepesinde zaferin kokusunu alsa bile beklemesini bilecek.
Engellenemeyen her acelecilik, zirveden de hemencecik inmeye mecbur edecek. Zira koca bir boşluk bıraktıracak geride.
Musa’yı Tur’un zirvesinden inmek mecburiyetinde bırakan acelecilik, sahabeyi ramak kalmış zaferden edecek.
Geri dönüş zirveye çıkıştan hep daha hızlı olacak.
Geride bıraktığın boşluğun karşına çıkardığı endişe, zirveye ulaştığında elde ettiğin hazzın önüne geçecek.
Geriye dönmek zorunda kaldığında karşında bulacağın şeyin sana yaşattığı öfke zirveye ulaştığında duyduğun heyecanı unutturacak.  
Ve kaçamayacak insan; zirveden inmek zorunda kaldığında yazılan hikayesi zirveye çıkarken yazılan hikayesinden daha çok okunacak.
Ve anlayacak insan, öncelikli olanın zirveye ulaşmak değil zemini sağlam tutmak olduğunu.
Ve yine anlayacak insan, zeminin öncelenmediği zirvenin, yitik bir hazdan ibaret olacağını.
Ve bir kez daha anlayacak insan zemini sağlam tutmanın vazifesinin kula, zirveye çıkarma vazifesinin ise Allah’a ait olduğunu.
Aceleci olmayacak insan.
Ama ruhumuzda var bir türlü beklemesini bilememek.
Elbette biliyoruz; insan aceleci olmayacak ama bırakamadığımız bir tutkunluğumuz var zirvelere. Bu yüzden hep zirveye çıkarken geride boşluklar bırakışımızı fark edemeyişimiz. Bu yüzden hayrın zirvesine ulaşma çabasındayken (farkında olmadan yaptıklarımız yüzünden) istemediğimiz şeylerle karşılaşışımız.
Bu olsa gerek herhalde “Hayrı istemekten daha fazla şerri istemenin” (İsra;11) müslüman olan bizde tecellisine muhatap oluşumuz.
Evet, işte bu yüzden hep hikayemizin en başına dönmek zorunda kalışımız.

21 Ocak 2016 Perşembe

Allah Hakikati Bir Adamın Peşine Takmaz

Allah helali bir adamın paçasına bağlamaz. Hakikati bir adamın peşine takmaz. Adam nerede helal orada, adam nerede hakikat orada. Bu İsraioloğulları’nın inanma biçimiydi. Bu yüzden İsrailoğulları (Yahudiler) Muhammed Aleyhisselam’ın peygamberliği hususunda din adamlarını dinlediler. Din adamları Muhammed Aleyhisselam’ın peygamber olarak geldiğini çok iyi bilmelerine rağmen inkar ettiler. Hakikatin onların peşine takıldığını zanneden Yahudi halkı da onların söylediğine itibar etti.
Bu gün öyle imanlar var ki Peygamberin bile önüne geçmiştir. Baştaki din adamlarına öyle iman ediliyor ki (haşa) Allah bir peygamber gönderse onlar doğrulamadıkça, onlar tasdik etmedikçe gelen peygambere bile iman etmeyeceğiz neredeyse. Allah’ın göndermiş olması Peygambere imanımız için yeterli olmayacak da din adamı olarak kabul ettiğimiz adamların “onay” vermesi yeterli olacak sanki. Din anlayışımız ne de benzemeye başladı İsrailoğulları’na. Şimdi herkes kendi peygamberini alıp çıkıyorsa meydana, diğerinin anlattığı peygamberi beğenmiyorsa, bağlı olduğu zatın bakışıyla bakıyor demektir. Herkes Kur’an’ı kendine göre hükümleştiriyorsa bağlı olduğu zatın bakışıyla bakıyor demektir. Kendi vicdanı farklı şey söylese bile, o zatın bakışını dillendirir ve ona göre yön verir kendine. Bu yüzdendir ki şu an (haşa) peygamber gönderse Allah, o peygambere inanmak ya da inanmamak için baştaki din adamlarına çeviririz gözümüzü. Oradan gelecek işaret Allah’tan gelen vahiyden daha belirleyicidir sanki.
Ayetlere karşı tavrımız bile (ekseriyetle) böyle değil mi? Ayetleri kılıç kalkan yapıp diğer grup-cemaat-topluluğa saldırma aracı olarak görüyoruz. Allah’ın gönderdiği ayetlerden Ebu Bekr- Ömer-Osman-Ali gibi rahmetler çıkar ama aynı ayetlerden başa dert topluluklar da çıkar. Hakikati kimin peşine takmışsak, ona göre inanıyoruz. Tabi olunan din adamı ya da grup liderinin ayetlerden ne anladığı ve onu nasıl yorumladığı, Allah’ın anlatmaya çalıştığı şeyin önüne geçiyor. Sonuç olarak hakikatin kendileriyle birlikte hareket ettiğini zannettiğimiz zevatın işaret ettiği şey Allah’ın anlatmaya çalıştığı şeyden daha mühim hale geliyor.  
Tüm hayatımıza dair ne varsa onlara ilişkin duygu, his, bakış açısı bile bu zevata bakarak şekilleniyor. Vicdanlardan başka şeyler geçse de bazen, hakikati iliştirdiğimiz yerde bunlara dair bir şey görülmemişse ya da aynı yerden olumsuz işaretler almışsak, çığlıklarla gömülüp gidiyor vicdanlarımızdan geçen şeyler. Ama bu çığlıkları o vicdanın dışında kimse duymuyor. Nihayetinde gözümüzü diktiğimiz, işaretini beklediğimiz yere göre şekilleniyoruz. Müstakil düşünme, hissetme, konuşma kabiliyetlerimizi bir bir kaybediyoruz. Hangi iyi niyetlerimizle kaybedersek kaybedelim fark etmez sonuçta bir bir kaybediyoruz kabiliyetlerimizi. Hür iradelerimizle verdiğimiz ya da öyle zannettiğimiz kararlarla, büyük büyük işler yapmak adına geçtiğimiz kapılardan sonra küçülmüş bendelere dönüştürüveriyor tabiiyetlerimiz. Belki bendeler olmaya meyilli olduğumuz için bu kapıları kendi ellerimizle oluşturuyoruz. Öyle ya da böyle fark etmez, olan bu.
Küçük topluluklar, büyük kalabalıklar, siyasi hareketler, vakıflar, dernekler vs. bize dair ne varsa hepsi aynı etkiyle işliyor neredeyse. Ve bumerang gibi iş dönüp kendimizi vuruyor. Bunlar başımıza gelirken biz en yüce, en ala, en doğru şeyleri yaptığımızı zannediyoruz. Bu zannımız, yaptığımız işlerin doğruluğuna inanmış olduğumuzdan ziyade hakikatin sanki kendisiyle birlikte hareket ediyormuş gibi itaat ettiğimiz kimselerin çeperinde dönüp duruyor olmamızdandır. Bu çeper içinde dönüp duruyor olmak güvenli kılıyor ve eminlik hissettiriyor. O çeperin içi her an “hakikat ile birliktesin” diye fısıldıyor ve eminlik veriyor. Bu yüzden bilinçaltına sessiz ve itaatkar bir yaşamı kabul ettiriyor. Konforun bozulmaması, riskten uzak kalınması adına da sessiz ve itaatkar yaşamlarımız devam edip gidiyor.
İşte bu, toplumumuzun müslüman gerçeğidir.