Allah
helali bir adamın paçasına bağlamaz. Hakikati bir adamın peşine takmaz. Adam
nerede helal orada, adam nerede hakikat orada. Bu İsraioloğulları’nın inanma
biçimiydi. Bu yüzden İsrailoğulları (Yahudiler) Muhammed Aleyhisselam’ın peygamberliği
hususunda din adamlarını dinlediler. Din adamları Muhammed Aleyhisselam’ın
peygamber olarak geldiğini çok iyi bilmelerine rağmen inkar ettiler. Hakikatin
onların peşine takıldığını zanneden Yahudi halkı da onların söylediğine itibar
etti.
Bu
gün öyle imanlar var ki Peygamberin bile önüne geçmiştir. Baştaki din adamlarına
öyle iman ediliyor ki (haşa) Allah bir peygamber gönderse onlar doğrulamadıkça,
onlar tasdik etmedikçe gelen peygambere bile iman etmeyeceğiz neredeyse. Allah’ın
göndermiş olması Peygambere imanımız için yeterli olmayacak da din adamı olarak
kabul ettiğimiz adamların “onay” vermesi yeterli olacak sanki. Din
anlayışımız ne de benzemeye başladı İsrailoğulları’na. Şimdi herkes kendi
peygamberini alıp çıkıyorsa meydana, diğerinin anlattığı peygamberi beğenmiyorsa,
bağlı olduğu zatın bakışıyla bakıyor demektir. Herkes Kur’an’ı kendine göre
hükümleştiriyorsa bağlı olduğu zatın bakışıyla bakıyor demektir. Kendi vicdanı
farklı şey söylese bile, o zatın bakışını dillendirir ve ona göre yön verir
kendine. Bu yüzdendir ki şu an (haşa) peygamber gönderse Allah, o peygambere
inanmak ya da inanmamak için baştaki din adamlarına çeviririz gözümüzü. Oradan
gelecek işaret Allah’tan gelen vahiyden daha belirleyicidir sanki.
Ayetlere
karşı tavrımız bile (ekseriyetle) böyle değil mi? Ayetleri kılıç kalkan yapıp
diğer grup-cemaat-topluluğa saldırma aracı olarak görüyoruz. Allah’ın
gönderdiği ayetlerden Ebu Bekr- Ömer-Osman-Ali gibi rahmetler çıkar ama aynı
ayetlerden başa dert topluluklar da çıkar. Hakikati kimin peşine takmışsak, ona
göre inanıyoruz. Tabi olunan din adamı ya da grup liderinin ayetlerden ne anladığı ve
onu nasıl yorumladığı, Allah’ın anlatmaya çalıştığı şeyin önüne geçiyor.
Sonuç olarak hakikatin kendileriyle birlikte hareket ettiğini zannettiğimiz zevatın
işaret ettiği şey Allah’ın anlatmaya çalıştığı şeyden daha mühim hale geliyor.
Tüm
hayatımıza dair ne varsa onlara ilişkin duygu, his, bakış açısı bile bu zevata
bakarak şekilleniyor. Vicdanlardan başka şeyler geçse de bazen, hakikati
iliştirdiğimiz yerde bunlara dair bir şey görülmemişse ya da aynı yerden olumsuz
işaretler almışsak, çığlıklarla gömülüp gidiyor vicdanlarımızdan geçen şeyler. Ama
bu çığlıkları o vicdanın dışında kimse duymuyor. Nihayetinde gözümüzü diktiğimiz,
işaretini beklediğimiz yere göre şekilleniyoruz. Müstakil düşünme, hissetme,
konuşma kabiliyetlerimizi bir bir kaybediyoruz. Hangi iyi
niyetlerimizle kaybedersek kaybedelim fark etmez sonuçta bir bir kaybediyoruz
kabiliyetlerimizi. Hür iradelerimizle verdiğimiz ya da öyle zannettiğimiz kararlarla,
büyük büyük işler yapmak adına geçtiğimiz kapılardan sonra küçülmüş bendelere
dönüştürüveriyor tabiiyetlerimiz. Belki bendeler olmaya meyilli olduğumuz için
bu kapıları kendi ellerimizle oluşturuyoruz. Öyle ya da böyle fark etmez, olan
bu.
Küçük
topluluklar, büyük kalabalıklar, siyasi hareketler, vakıflar, dernekler vs.
bize dair ne varsa hepsi aynı etkiyle işliyor neredeyse. Ve bumerang gibi iş
dönüp kendimizi vuruyor. Bunlar başımıza gelirken biz en yüce, en ala, en doğru şeyleri
yaptığımızı zannediyoruz. Bu zannımız, yaptığımız işlerin doğruluğuna inanmış
olduğumuzdan ziyade hakikatin sanki kendisiyle birlikte hareket ediyormuş gibi
itaat ettiğimiz kimselerin çeperinde dönüp duruyor olmamızdandır. Bu
çeper içinde dönüp duruyor olmak güvenli kılıyor ve eminlik hissettiriyor. O
çeperin içi her an “hakikat ile birliktesin” diye fısıldıyor ve eminlik veriyor.
Bu yüzden bilinçaltına sessiz ve itaatkar bir yaşamı kabul ettiriyor. Konforun
bozulmaması, riskten uzak kalınması adına da sessiz ve itaatkar yaşamlarımız
devam edip gidiyor.
İşte
bu, toplumumuzun müslüman gerçeğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder