9 Mayıs 2014 Cuma

Bir Musa Öfkesiydi O

 Zira din gidiyordu. Allah’a iman gidiyordu. Peygamberine iman gidiyordu… Bunlara itaat değil iman gidiyordu… İşin en büyük tehlikesi de buradaydı. İtaatten uzaklaşanı uyarırsın, kulağını çekersin daha da olmadı ceza ile yola getirirsin ama bunlara iman gittikten sonra varoluş gayesini kaybetmiş olursun. Musa’yı öfkelendirip elindeki levhaları attıran tehlike buydu. İbn-i Teymiye’yi meydana çıkaran ve öfkeli kılan da buydu.
                        *                                                 *                                                 *
Allah bizden razı olacağı dini (Maide:3) bize açıkça bildirmiş ve o dini tamamlamıştır. Peygamber (as) da dini insanlara hiçbir eksiklik (Enam:38) bırakmadan aktarmıştır. Bundan sonrasında iman ve itaat vardır; icad yoktur. “Kim bundan sonrasında bir şey icad ederse o reddedilmiştir.” (Buhari-Müslim).
Raşid halifeler dönemi gelen dini koruma dönemidir. Sonrasında gelen dönem Ömer bin Abdülaziz dönemi hariç ayaklar altına alınan dünyanın baş tacı edilmesidir. Bu yüzden ayaklar baş başlar ayak olmuştur.
Allah’ı razı eden, Peygamberi doyuran, ashabı doyuran din, bu altüst oluşu yaşayanları doyurmamaya başladı. Ashabın uğruna canını verdiği dini elleriyle yan tarafa çekip kendilerine başka yollar açmaya başladılar. Din her zaman oldu ama önlerinde değil yanlarında idi çoğu zamanda arkalarında kaldı. Allah’ın Vahye tabi kıldığı aklı vahyin önüne geçirdiler. Yunanlılardan yapılan çeviriler, şirkin içine yerleştiği düşünceleri Müslüman topraklarının zeminine yerleştirdi. Aklî olan şeylerle oynamak, oyalanmak o kadar hoşlarına gitti ki onlar için en yüce adamlar feylezoflar oldu. Feylezofların sözleri Allah azze ve cellenin ayetlerinden de Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sözlerinden de daha kıymetli hale geldi. Aç kalarak, dayaklar yenerek, işkenceden öldürülerek, huzuru ve rahatı unutarak pisliklerden arındırılan topraklarda keyfinin peşinde, ölümü edebiyattan ibaret dizelerde okuyan, acıdan ve açlıktan haberi olmayan, fedakarlık nedir bilmeyen, insana dair derdi olmayan sorumsuzlar yüzünden şeytan başka diyarlardan yeni yeni putlarını getirip dikiyordu artık. Müslüman ismi, seherlerde göz yaşı döken, elinde kalan son yiyeceğini kardeşine ikram eden, kendini bildirdiği ve zikretme imkanı verdiği için her gün Rablerine hamd eden, Ayeti ve hadisi duyunca akıllarını bir kenara çeken, hatta kapısına gelip de “bir de senin görüşünü almak istedim” diyerek Peygamberin söylediğinin dışında bir şeyi arayan adamı oracıkta kılıçla öldürüveren adamlardan gecelerini ve gündüzlerini lakırdıya vermiş, cedelci, inatçı, kendini ibadetlerden azade kılmış, Hamdi ve şükrü unutmuş, aklı ve akılcıları (felsefe, kelam, tasavvuf vs…) Allah’tan ve Rasûlünden daha yetkili kılan, Peygamberini ve ashabını kendi öğrendiklerini (safsataları) bilmedikleriyle eksikli bir duruma düşürmeye çalışan zavallılar topluluğuna dönüştü.
Ümmetin payına bundan daha büyük bir bela düşer mi? Bu dini yok etme derdinde olanlar böyle bir fırsatı kaçırır mı? Peygamberin ashabının eğitimiyle arı duru hale gelmiş bu topraklar tüm kirli ve pis planların, şeytanın emellerinin tezgahlandığı ortamlara dönüştü. Peygamber aleyhisselam ömrünü verdi şeytanı bu topraklardan çıkarmak için ama birileri onu kendi elleriyle tekrar getirdi. Hem ta Yunan’dan hem de bu ümmetin imkanlarını kullanarak. Lanetlenerek kovulan şeytan Yüce Pîr olarak geri geldi.
Tüm hakikatlere kolayca saldırılmaya başlandı. Tüm kötüler iyi gösterilmeye başlandı. Kötülerin sesi yüksek çıkarken iyilerin sesi duyulmuyordu bile. İnsanlardan kalbi zayıf olanlar da yüksek çıkan sese tabi oluyordu her dönemde olduğu gibi. O yüksek çıkan ses akılla vahye galip olma derdindeki şeytanın sesiydi.  O yüksek çıkan ses birilerinin hevesi, arzusu, kıt aklıydı. O yüksek çıkan ses o kadar etkili olmaya başlamıştı ki insanlar o sesten gelen her ifadeyi dinin bir kuralı ya da gereği gibi zanneder oldu. O yüksek ses karşısına çıkan olmayınca Allah’ın arzında şişinmeye başlamıştı. Hakikat üzere olan alimler ise ya tefsir ile, ya hadis ile, ya fıkıh kaideleri ya da bunlara ait şerhler yazmakla meşguldüler. Sonraki dönemde “müthiş” diye tabir edilecek ve asla abartı olmayacak derecede ilmi eserler ortaya kondu. Ama o dönemi kurtaracak olan bu eserlerin çokluğu değil; Peygamber aleyhisselamdan gelen arı duru dinin en yüksek sesle dile getirilmesiydi.  Dini tahrif etmeye çalışan, farzları hiçe sayan, Allah’ı ve Peygamberini gereksiz görüp onlara alternatif getirmeye çalışan zalimleri ne bu eserler ne de müellifleri susturamıyordu.
Bu toplum artık Peygamber aleyhisselamın bıraktığı toplumun özelliklerini kaybetmeşti. Bu toplum artık ashabı da hatırlatmıyordu.
İşte böyle bir dönemde lazım olan öfkeli bir Musa idi. Önce elindeki levhaları atacak sonra da dini tahrif edenlere haddini bildirecekti (A’raf;148-150). Dinini terketmiş olanlara yeni bilgilerden, faziletlerden bahsetmeyi bırakıp Firavun'un pençesi altındayken anlatılan dini anlatmak gerekiyordu. Yani en başa tekrar dönmek gerekiyordu. Yani Lailaheillallah'a... Allah bu dönemde İbn-i Teymiye’yi lütfetti ümmete. Elhamdülillah… Allah’a, O’nun dinine, peygamberine kastedilen bir yerde kitap başında oturan değil,  zalimin karşısına dikilen bir adam gerekliydi. Söylemesi gerektiğine inandığı şeyler olsa da öncelik kendinde olanlar değil söylenmesi gerekenlerdi. Allah’a ve Peygamberine kastedenlerin ve onların saptırdığı halkın karşısına o an elde ne varsa atıp çıkarak mücadeleye girişmek gerekiyordu. Zaman emirleri ve nehiyleri değil imanı anlatma zamanıydı. Zira din gidiyordu. Allah’a iman gidiyordu. Peygamberine iman gidiyordu… Bunlara itaat değil iman gidiyordu… İşin en büyük tehlikesi de buradaydı. İtaatten uzaklaşanı uyarırsın, kulağını çekersin daha da olmadı ceza ile yola getirirsin ama bunlara iman gittikten sonra varoluş gayesini kaybetmiş olursun. Musa’yı öfkelendirip elindeki levhaları attıran tehlike buydu. İbn-i Teymiye’yi meydana çıkaran ve öfkeli kılan da buydu. İbn-i Teymiye’yi diğer alimlerden bambaşka kılan da buydu. Onların yaptığı gibi elinde olanı anlatıp duran medrese alimi olmayı da tercih edebilirdi, mescid de ders halkalarıyla oyalanıp durmasını da bilirdi. Ama o önceliğin meydana çıkmak olduğunu gördü. Ve bambaşka bir duruş sergiledi.  Öyle bir duruşu olmalıydı ki Allah’a ve Peygamberine kastedenlerin hepsi rezil ve rüsva olmalıydı. Öyle bir duruşu olmalıydı ki dinleri bozan hainlerin ayakları evlerinden dışarıya çıkmaya cesaret edememeliydi.  Öyle bir duruşu olmalıydı ki ayak olmuş başları tekrar baş yapmalıydı. Öyle bir duruşu olmalıydı ki saptıran zalimlere tabi olan halk hakikatin sesini ve kararlılığını görerek gittikleri yolun yol olmadığını görmeliydi. Öyle bir duruşu olmalıydı ki O’nun olduğu yerde sadece Allah ve Rasulü konuşmalı gayrı herkes susmalıydı. Bu öyle bir ses olmalıydı ki uyuşmuş tüm hücreleri canlandırmalıydı. Bu öyle bir ses olmalıydı ki kendinden sonraki tüm cılız seslere cesaret vermeliydi. Ve insanlar görmeliydi Allah’tan gelene sırtını dayadıktan sonra asla zillete düşülmeyeceğini.
Nitekim öyle oldu. Musa gibi geldi, sapıkların sesi kesildi. Putları parçalandı. Zelil oldular. Haysiyetleri kalmadı. Mekanları daraldı. Kazançları bitti. Bu yüzden çok düşman kazandı. O’nun varlığıyla itibarsızlaşan herkes O’na düşman oldu. Allah ise O’nu düşmanlarına galip getirdi. Alimler O’ndan cesaret aldı. Şeytan’ın planları bozuldu. Bu kadar yükü yüklenen her adam gibi o da öfkesini bir silah olarak kullandı. 
İbn-i Teymiye ile ilgili karakter tahlili yapılırken “öfkeliydi” denir. Kendisini öldürmeye ahdetmiş olanları bile bağışlayan bir adam nasıl hiddetli olur? Eğer bu tanımlama din ile ilgili tepkilerinden dolayı ise bundan doğal ne var ki? O Peygamber aleyhisselamın ümmetinden biridir. O’nun peygamberi de öyleydi. Şimdi Peygambere öfkeli mi diyeceğiz? Ömer’e öfkeli mi diyeceğiz? Öfkesi ümmete ait ümitleri mi söndürmüş? Öfkesi bir hayra mı mani olmuş? Öfkesi insanları dinden mi soğutmuş? Öfkesi zalimleri mi sevindirmiş?
O’nun asıl öfkesi insanları saptıranlaraydı. Halka öfkesi ise cehaleti taklit ettiklerinden dolayıdır. İbn-i Teymiyeyi “öfkeli” diye tabir ettiren duruşu sapıklıkları icad edenlere ya da onlara alet olanlara karşı takındığı tavrıdır. Bu kadar çilenin ve yükün içinde nasıl öfke olmasın. Halka gelince halk O’nu çok sevmişti. Öldüğünde düşmanları rahat nefes alırken halk binlerce kişi ile cenaze namazını kılmıştır. Herkes “Kur’an’ın Tercümanının” cenazesine koşarak gelmişti. Karşılanışları nasıl kalabalık olmuşsa uğurlanışı da öyle kalabalık oldu.
Şimdi bütün bunlardan sonra İbn-i Teymiye’nin öfkesiyle ilgili bir olayı değerlendirelim. Şahsını övmeye gelen ve bu maksatla şiir yazan ilim sahibi birini yazdığı şiirdeki imla hatalarından dolayı cahillikle nitelemişti. Ona muhabbet besleyen adam o andan itibaren ona düşman olmuştu. Bu nasıl muhabbet ki saniyeler sonra amansız bir düşman oluyor. Şimdi gelelim İbn-i Teymiye’nin bu olaydaki tavrına. Önce onu anlamaya çalışalım kararı ise sonra verelim. İbn-i Teymiye’nin üzerindeki yükün ağırlığından bahsettik zaten. İbn-i Teymiye’ye gelen kişinin tavrı onu anlamada bize ipuçları verecektir. İlim sahibi biri. Nasıl olur da övmeye meyleder. Peygamber aleyhisselam “sizi öven adamın yüzüne toprak saçın” diyor. Yine yanında birisi övülüyor da bu övgüyü yapana “şimdi onu öldürdün” diyor. Bunlardan nasıl gafil olabilir? Şayet gafil değilse bu aşırıya kaçmaktır. Bu övgücülük öyle ileriye gitmiştir ki Ali’yi ilah makamına oturtmuştur. Bu kimseler şimdi İbn-i Teymiye’nin en büyük belalılarından biriydi. Bu övgücülük öyle ileri gitmişti ki; şeytan bunu kullanmış Peygamber aleyhisselamı Allah’ın gücüyle nitelettirmiş kabrinden medet umulur hale getirtmiştir. Bu sorun İbn-i Teymiye’nin yakasını o zaman da asırlarca geçmesine rağmen şimdi de bırakmamıştır. Bu övgücülük öyle ileri gitmişti ki Feylezoflar Allah’ın ve Peygamberi’nin önüne geçirilmiştir. Bunun için İbn-in Teymiye’nin başındaki en büyük dertlerden biri de bu hadlerini aşanlardı. Daha, daha, daha… Şimdi Sen İbn-i Teymiye’nin yıkmak için çıktığı yolda o taşı getirip alnının çatına koyuyorsun. Sen İbn-i Teymiye’yi övmüyor onu öldürüyorsun. O övgüyü kabul etseydi övgücüleri artacak daha ölmeden onu diri diri mezara gömeceklerdi. O adama “beni neden övdün” ifadesi kullanarak kızmadı, cehaletini dile getirerek kızdı. Bu cehaletle düşmanlarına yardımcı oluyordu İbn-i Teymiye’ye değil. Buna alışan yarın başka birini övebilirdi. Allah’tan başka övgüye layık kimse yoktu. O halde ilmi kadarıyla haddini bilmeliydi. İbn-i Teymiye adamı bu cahil tarafından vurdu ki diğer bilenler de bu ve benzeri hatalardan uzak dursun. Allah bilir ama eğer şiirinde yanlışlık olmasaydı bu sefer direkt olarak adama kızardı. Zira O’nda Ömer tabiatı vardı. Gerekirse ağacı keserdi. Gerekirse adamı… Allah O’ndan razı olsun. Şiir sadece vesile olmuştur.
İbn-i Teymiye'den sakin olmasını beklemek Musa'nın Tur'dan inişinde sakin olmasını istemek gibidir. Mümkün mü?
Şu halde İbn-i Teymiye’nin öfkesini zamanına, muhatap olduğu kimselere, üzerindeki yüke, kendisiyle ilgili haince planlara, gayesine ve en büyük düşman olan şeytanın o topluma yaptırdığı şeylere vakıf olmadan değerlendirmek O’na yapılacak büyük bir haksızlık ve insafsızlıktır. 
O da bilirdi durumu idare ettirmeyi.O da bilirdi ruhsatları sınırsızca dağıtmayı. Ama o biliyordu ki dinin ortadan kalkmaya başladığı ve cahiliye yaşamının yerleşmeye başladığı hatta yerleştiği bu fitne dönemlerinde alimin idare etmek gibi bir hakkı yoktur. İnsanlara ruhsatlar dağıtma yetkisi yoktur. Azimeti ön plana çıkarıp gerekirse her türlü tepkiye hazır olmak vardır.
Yumuşak geçişler, durumu idare ettirmeler, ruhsatların azimetlere baskın hale gelmesi dini bekleyen en büyük felaketlerdir. Allah ondan razı olsun o da bu felaketlere sebep olmadı. Düşmanları çok oldu ama Allah onu düşmanlarına karşı hep destekledi. Dönemine göre bir duruş değil Allah ve Rasulünün yanında bir duruş sergiledi. 
Ruhlara zillet veren şeylere başkaldırıyı öğretti o.  Bunun için başkaldırıyı hisseden her adam onu mutlaka bulacaktır. Kimi zaman anlama çabasında olanlar bulacak onu. Kimi zaman da şahsi kavgasına meşruiyet arayanlar...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder