İyilerin, iyiliklerin geçmişe
gömüldüğü ve artık kötüler ve kötülüklerin hakim olduğu bir düzende
yaşadığımızı söylemek büyük bir gerçeğin farkına varmak değildir. Bu zaten
herkesin bizzat yaşayarak bildiği bir şeydir. Çünkü bu günkü
düzenin rahatsız etmediği, incitmediği, eziyet etmediği, ağlatmadığı,
kahrettirmediği, kara kara düşündürmediği hiçbir kimse yoktur. Mesele zaten
bellidir. İnsanlık kendi elleriyle kurduğu düzenin pişmanlığı ve sorunlarıyla
boğuşuyor. Bu durumu her seferinde yeniden icad eder gibi, keşif yapar gibi
durup durup yeniden anlatmak (ne kadar güzel anlatılırsa anlatılsın) bu
rahatsız olduğumuz durumdan insanlığı kurtaramaz. İmam Gazali’nin anlatımıyla
“doktorun hastaya hastalıklarını saydıkça hastanın ağlaması” gibi bir durumla
karşı karşıyayız. Hastalılıkları sayıp durmak değil tedavi etmektir beklenen.
Çözümünden bihaber olunan ve çözümüne dair hiçbir gayretin olmadığı sorunları
anlatmak çıkış yolu değildir. İnsanlık, sorunlarının, hatalarının bir bir
sayılmasına değil kendilerine sunulacak çıkış yollarına muhtaç. Sorunlar tespit
edilmeden çözüm bulunmaz ama sürekli sorun anlatmak da işkencenin bir diğer
adıdır. Zaten herkes ciğerine saplanmış
bir hançerle yaşıyor. Ciğerinde hançerle yaşayan birine acıyı mı tarif
edeceğiz? Hançeri çıkarıp yarasını tedavi edecek yola muhtaç insan.
Hep hırpalayan sonra da başıboş
bırakan bir düzeni yaşıyor insanlar. Başıboş bırakıldıkça da hırpalanacak
şeylerin niceliği ve niteliği artırıyor. Kendi kendini besleyen bir virüse
müptela düzen.
Gelelim bu gün yaşadığımız
hayata…
Mesela; öğrenci kendisini adam
edecek çıkış yollarıyla bir kez olsun tanıştırılmadan seneler boyu okullarda
ömür tüketir. Her seferinde müdür nutuk çeker “adam olun” diye. Hatta
falancadan filancadan örneklerle güzellemeler yapar. Ama güzelleme yaptığı
falancaların yaşamına dair söyleyecek bir şeyi yoktur. Her seferinde öğretmen
hükmünü verir “adam olmaz bunlar” diye ama adamlığın tarifini ve bu tarifin
içinde nelerin olduğundan bahsedemez mahkum ettiği talebelerine. Her seferinde
anne baba yakınır çocuğundan “ne yapsak adam olmuyor” diye ama bir kez olsun
dertleşme lütfunda bulunmazlar çocuklarına. Bu yakınmaların da mahkum etmelerin
de, nutukların da hiç biri samimi değildir. Çünkü hiç birisi gerçekten bir şey
yapmamıştır. Onlar “kulların kendilerini düzeltmeden hiç bir şeyin öyle kolayca
oluvermeyeceğini” ya bilmiyorlar ya da iradelerinin zayıflığından buna
yönelmiyorlar. Sonra da haşa “ol” hükmünü vermeye çalışıyorlar.
Mesela; Çıraklar ve kalfalardan
ahlaklı olmaları istenir. “Ahlaklı ol” her zaman tekrar eden emirdir. Ama nasıl
ahlaklı olunur ile ilgili ustanın çırağına verebileceği bir şey kalmamıştır.
Ahlaklı ol dese de çırak ustasının ahlaklı tarafını değil “fırıldak” tarafını
benimser. Neden? Çünkü ustasının “fırıldak” tarafı daha dolu, daha canlı, daha
albenili iken ahlaklı tarafı cılız ve hissizdir. Sonuçta canlı ve albenili olan
tercih edilecektir. Herkes ahlaklı tüccar isterken ahlaksız bir tüccar
yetiştirir.
Mesela; Gazetelerde dergilerde
her gün kötü adamlardan bahsedilir. Kötülüğümüz tescillenir. Toplum canavarları, trafik canavarları,
sarhoşların yaptıkları, canilerin cinayetleri, hırsızların çaldıkları vs… Hep
eğitilecek cahiller ya da yontulacak kereste gibi bakılır halka. Her türlü
eğitimin verilmesinden bahsedilir. Bunun yanında iyi şeylerden bahsedilirken de
yasak savma kabilinden bahsedilir. Bazen bazı adamlar tanıtılır. Onların iyilikleri
sayılır durur. Ama nasıl olup da iyi olmayı başardıklarıyla ilgili hiçbir yol
açıcı ifade yer almaz. Örnek verilen sahabe bile olsa onların nasıl iyi
olabildiklerini ve nasıl iyi kalabildiklerini değil sadece iyilikleri
anlatılır. Buradan da bir şey bina edilememiştir. Geriye kalan “biz onlar gibi
olamayız” oluyor. Sonra gazete ve dergilerde hakim olan haber kötülerin
haberidir. Her gün kötülenen davranışlar daha da artar sayfalarda. Neden? Çünkü
kötülüğe ait haberler ve kötülere ait haberler hem canlı, hem heyecanlı, hem
cezasız, hem daha kolay ulaşılabilirdir. İyiliklere ait haberler ise hem sönük,
hem ciddiyetsiz, hem formalitedir. Önüne “Vay…” deyip okunan her haber aslında
yaşadığımız hayatın bizi acıtan yanıdır. Ve o haberle bir kez daha kötülüğümüz
yüzümüze vurulur. Peki çare? Yok.
Mesela; filmler ve dizilerde
iyiler hep geçmiş dönemde kalmış insanlardır. Filmler ve diziler yani görsel
medya kravatlı, ceketli, tıraşlı, parlak ayakkabılı, son model ev ve arabalar
ile müthiş imkanlara sahip bir “iyi” adamı göstermez. Bu tipten nasıl iyi bir
adam çıkacağıyla ilgili yol açmaz. Hangi şeylere değer vererek “iyi” olacağıyla
ilgili bir tanımlama yapmaz. İyiler ancak eski dönemde ata binen, fes giyen,
cumbalı evlerde oturan, kendi halinde yaşayan, en iyi aşık olan, masum kimseler
olur. En hararetli adalet mücadelesi bile “müthiş bir aşk” hikayesi ile
kuşatılır. Aşk kalır adalet mücadelesi biter. Dizi de filmde birkaç zaman sonra
tamamen aşk hikayesine dönüşür. Çünkü aşkı bildikleri ve önemsedikleri kadar
insanı ve iyiliği önemsemiyorlar. Çünkü aşkın içini doldurabildikleri kadar
adaletin ve iyiliğin içini dolduramıyorlar. Doldurmak istemiyorlar. Veyahut da
iyiler bu günden kopuk bir yaşam ve kişilerden olur. Bu yüzden kimse kendi
hayatıyla iyi adam arasında bağıntı kuramaz. Kurdurulmaz… Bunun bilinç altına
attığı hakikat; “iyiler eskide kaldı” dır. Şimdiyi anlatan tüm diziler ise her
türlü rezaletin içinde geçtiği bir senaryoyla anlatılır. Bunun bilinçaltına
attığı gerçek ise şudur: “bu gerçek dünyadır”. Dolayısıyla başka anlatılanlara
itibar edilmeyecek ve herkes bu düzene göre yaşamını, karakterini hazırlayacak.
Görsel medya iyi olunması derdinde değil iyiliklerin yok olması derdinde. Neden
hep iyi karakterler sevilir de kötü karakterler hem sevilir hem tabi olunur?
Çünkü iyi karakteriyle ilgili tamamen “boş” bir senaryo yazılırken kötü ile
ilgili hayatın her tarafına nüfuz edecek kadar dolu bir senaryo yazılır. Kötü
karakter daha dolu ve daha doyurucu iken iyi karakteri her zaman cılızdır.
Kötüyü iyiden daha iyi tanıdığımız ve tanıttığımız sürece nasıl iyi olabiliriz.
Bunların hepsi ümitten, geleceğe
heyecanlandırmaktan, bir işi yapmaya azmettirmekten çok uzak şeylerdir. Bunları
anlatırken “muhataplar ne kadar iyi olmayı istiyor ki?” sorusunu sormaya gerek
yok çünkü burada mevzubahis olan şey muhatapların değil iyi olunmasını
isteyenlerin tavrıdır.
“İyi nasıl olunur?” sorusunu sormak sorumluluk
gerektirir. İşte bu nedenle sorumluluk
almak değil iyilikleri sayıp geçip gitmek tercih edilir hep. Bu hem çarkın
dönmesine, hem ceplerin dolmasına, hem de yükün üzerden atılmasına olanak
sağlıyor. İyilikler ve iyiler de tarihin bir sayfasında yaşanmış ve yaşayan
özlenesi hasret yaralarına dönüşüyor.
Böyle giderse bir nesil
sonrasının en büyük hastalıklarından birisi şu olacak; insanlar iyilik adına
bir şeyler yapmak isteyecekler ama yaptıkları şeyler kalıplaşmış komik
davranışlar olacak. Çünkü iyilik yerini yapmacıklığa bırakacak. Kötülük yapmak
isteyen ise her türlüsünü tüm içtenliğiyle yapacak. Zira bunu yaşayarak
öğrenecek. İyi ve iyilerin içinin boşaltıldığı kötü ve kötülüklerin içinin
sürekli doldurulup beslendiği bir düzenin bizim karşımıza çıkaracağı nesil
başka nasıl olabilir ki?
Öyleyse bir yerden başlayalım. Hataların değil çıkış yollarının işaretleri nelerdir? Hastalıklar değil tedaviler nelerdir? Var mısınız şerlerin değil hayırların reklamını yapmaya, çıkış yolları ve tedavileri için kafa yormaya?...
YanıtlaSilGücümün yettiğince inşaallah. Selamlar
Sil