5 Mayıs 2014 Pazartesi

Hırpalayan Yolsuz Bırakan Düzen

İyilerin, iyiliklerin geçmişe gömüldüğü ve artık kötüler ve kötülüklerin hakim olduğu bir düzende yaşadığımızı söylemek büyük bir gerçeğin farkına varmak değildir. Bu zaten herkesin bizzat yaşayarak bildiği bir şeydir. Çünkü bu günkü düzenin rahatsız etmediği, incitmediği, eziyet etmediği, ağlatmadığı, kahrettirmediği, kara kara düşündürmediği hiçbir kimse yoktur. Mesele zaten bellidir. İnsanlık kendi elleriyle kurduğu düzenin pişmanlığı ve sorunlarıyla boğuşuyor. Bu durumu her seferinde yeniden icad eder gibi, keşif yapar gibi durup durup yeniden anlatmak (ne kadar güzel anlatılırsa anlatılsın) bu rahatsız olduğumuz durumdan insanlığı kurtaramaz. İmam Gazali’nin anlatımıyla “doktorun hastaya hastalıklarını saydıkça hastanın ağlaması” gibi bir durumla karşı karşıyayız. Hastalılıkları sayıp durmak değil tedavi etmektir beklenen. Çözümünden bihaber olunan ve çözümüne dair hiçbir gayretin olmadığı sorunları anlatmak çıkış yolu değildir. İnsanlık, sorunlarının, hatalarının bir bir sayılmasına değil kendilerine sunulacak çıkış yollarına muhtaç. Sorunlar tespit edilmeden çözüm bulunmaz ama sürekli sorun anlatmak da işkencenin bir diğer adıdır.  Zaten herkes ciğerine saplanmış bir hançerle yaşıyor. Ciğerinde hançerle yaşayan birine acıyı mı tarif edeceğiz? Hançeri çıkarıp yarasını tedavi edecek yola muhtaç insan.
Hep hırpalayan sonra da başıboş bırakan bir düzeni yaşıyor insanlar. Başıboş bırakıldıkça da hırpalanacak şeylerin niceliği ve niteliği artırıyor. Kendi kendini besleyen bir virüse müptela düzen.
Gelelim bu gün yaşadığımız hayata…
Mesela; öğrenci kendisini adam edecek çıkış yollarıyla bir kez olsun tanıştırılmadan seneler boyu okullarda ömür tüketir. Her seferinde müdür nutuk çeker “adam olun” diye. Hatta falancadan filancadan örneklerle güzellemeler yapar. Ama güzelleme yaptığı falancaların yaşamına dair söyleyecek bir şeyi yoktur. Her seferinde öğretmen hükmünü verir “adam olmaz bunlar” diye ama adamlığın tarifini ve bu tarifin içinde nelerin olduğundan bahsedemez mahkum ettiği talebelerine. Her seferinde anne baba yakınır çocuğundan “ne yapsak adam olmuyor” diye ama bir kez olsun dertleşme lütfunda bulunmazlar çocuklarına. Bu yakınmaların da mahkum etmelerin de, nutukların da hiç biri samimi değildir. Çünkü hiç birisi gerçekten bir şey yapmamıştır. Onlar “kulların kendilerini düzeltmeden hiç bir şeyin öyle kolayca oluvermeyeceğini” ya bilmiyorlar ya da iradelerinin zayıflığından buna yönelmiyorlar. Sonra da haşa “ol” hükmünü vermeye çalışıyorlar.
Mesela; Çıraklar ve kalfalardan ahlaklı olmaları istenir. “Ahlaklı ol” her zaman tekrar eden emirdir. Ama nasıl ahlaklı olunur ile ilgili ustanın çırağına verebileceği bir şey kalmamıştır. Ahlaklı ol dese de çırak ustasının ahlaklı tarafını değil “fırıldak” tarafını benimser. Neden? Çünkü ustasının “fırıldak” tarafı daha dolu, daha canlı, daha albenili iken ahlaklı tarafı cılız ve hissizdir. Sonuçta canlı ve albenili olan tercih edilecektir. Herkes ahlaklı tüccar isterken ahlaksız bir tüccar yetiştirir.
Mesela; Gazetelerde dergilerde her gün kötü adamlardan bahsedilir. Kötülüğümüz tescillenir.  Toplum canavarları, trafik canavarları, sarhoşların yaptıkları, canilerin cinayetleri, hırsızların çaldıkları vs… Hep eğitilecek cahiller ya da yontulacak kereste gibi bakılır halka. Her türlü eğitimin verilmesinden bahsedilir. Bunun yanında iyi şeylerden bahsedilirken de yasak savma kabilinden bahsedilir. Bazen bazı adamlar tanıtılır. Onların iyilikleri sayılır durur. Ama nasıl olup da iyi olmayı başardıklarıyla ilgili hiçbir yol açıcı ifade yer almaz. Örnek verilen sahabe bile olsa onların nasıl iyi olabildiklerini ve nasıl iyi kalabildiklerini değil sadece iyilikleri anlatılır. Buradan da bir şey bina edilememiştir. Geriye kalan “biz onlar gibi olamayız” oluyor. Sonra gazete ve dergilerde hakim olan haber kötülerin haberidir. Her gün kötülenen davranışlar daha da artar sayfalarda. Neden? Çünkü kötülüğe ait haberler ve kötülere ait haberler hem canlı, hem heyecanlı, hem cezasız, hem daha kolay ulaşılabilirdir. İyiliklere ait haberler ise hem sönük, hem ciddiyetsiz, hem formalitedir. Önüne “Vay…” deyip okunan her haber aslında yaşadığımız hayatın bizi acıtan yanıdır. Ve o haberle bir kez daha kötülüğümüz yüzümüze vurulur. Peki çare? Yok.
Mesela; filmler ve dizilerde iyiler hep geçmiş dönemde kalmış insanlardır. Filmler ve diziler yani görsel medya kravatlı, ceketli, tıraşlı, parlak ayakkabılı, son model ev ve arabalar ile müthiş imkanlara sahip bir “iyi” adamı göstermez. Bu tipten nasıl iyi bir adam çıkacağıyla ilgili yol açmaz. Hangi şeylere değer vererek “iyi” olacağıyla ilgili bir tanımlama yapmaz. İyiler ancak eski dönemde ata binen, fes giyen, cumbalı evlerde oturan, kendi halinde yaşayan, en iyi aşık olan, masum kimseler olur. En hararetli adalet mücadelesi bile “müthiş bir aşk” hikayesi ile kuşatılır. Aşk kalır adalet mücadelesi biter. Dizi de filmde birkaç zaman sonra tamamen aşk hikayesine dönüşür. Çünkü aşkı bildikleri ve önemsedikleri kadar insanı ve iyiliği önemsemiyorlar. Çünkü aşkın içini doldurabildikleri kadar adaletin ve iyiliğin içini dolduramıyorlar. Doldurmak istemiyorlar. Veyahut da iyiler bu günden kopuk bir yaşam ve kişilerden olur. Bu yüzden kimse kendi hayatıyla iyi adam arasında bağıntı kuramaz. Kurdurulmaz… Bunun bilinç altına attığı hakikat; “iyiler eskide kaldı” dır. Şimdiyi anlatan tüm diziler ise her türlü rezaletin içinde geçtiği bir senaryoyla anlatılır. Bunun bilinçaltına attığı gerçek ise şudur: “bu gerçek dünyadır”. Dolayısıyla başka anlatılanlara itibar edilmeyecek ve herkes bu düzene göre yaşamını, karakterini hazırlayacak. Görsel medya iyi olunması derdinde değil iyiliklerin yok olması derdinde. Neden hep iyi karakterler sevilir de kötü karakterler hem sevilir hem tabi olunur? Çünkü iyi karakteriyle ilgili tamamen “boş” bir senaryo yazılırken kötü ile ilgili hayatın her tarafına nüfuz edecek kadar dolu bir senaryo yazılır. Kötü karakter daha dolu ve daha doyurucu iken iyi karakteri her zaman cılızdır. Kötüyü iyiden daha iyi tanıdığımız ve tanıttığımız sürece nasıl iyi olabiliriz.
Bunların hepsi ümitten, geleceğe heyecanlandırmaktan, bir işi yapmaya azmettirmekten çok uzak şeylerdir. Bunları anlatırken “muhataplar ne kadar iyi olmayı istiyor ki?” sorusunu sormaya gerek yok çünkü burada mevzubahis olan şey muhatapların değil iyi olunmasını isteyenlerin tavrıdır.
 “İyi nasıl olunur?” sorusunu sormak sorumluluk gerektirir.  İşte bu nedenle sorumluluk almak değil iyilikleri sayıp geçip gitmek tercih edilir hep. Bu hem çarkın dönmesine, hem ceplerin dolmasına, hem de yükün üzerden atılmasına olanak sağlıyor. İyilikler ve iyiler de tarihin bir sayfasında yaşanmış ve yaşayan özlenesi hasret yaralarına dönüşüyor.

Böyle giderse bir nesil sonrasının en büyük hastalıklarından birisi şu olacak; insanlar iyilik adına bir şeyler yapmak isteyecekler ama yaptıkları şeyler kalıplaşmış komik davranışlar olacak. Çünkü iyilik yerini yapmacıklığa bırakacak. Kötülük yapmak isteyen ise her türlüsünü tüm içtenliğiyle yapacak. Zira bunu yaşayarak öğrenecek. İyi ve iyilerin içinin boşaltıldığı kötü ve kötülüklerin içinin sürekli doldurulup beslendiği bir düzenin bizim karşımıza çıkaracağı nesil başka nasıl olabilir ki? 

2 yorum:

  1. Öyleyse bir yerden başlayalım. Hataların değil çıkış yollarının işaretleri nelerdir? Hastalıklar değil tedaviler nelerdir? Var mısınız şerlerin değil hayırların reklamını yapmaya, çıkış yolları ve tedavileri için kafa yormaya?...

    YanıtlaSil